Fahreddin Râzî’ye göre, şu üç zümre Allah’ın çocuğu olduğunu söylemişlerdir.
(1) «Melekler Allah’ın kızlarıdır» diyen müşrik Araplar,
(2) «İsa Allah’ın oğludur» diyen hıristiyanlar,
(3) «Uzeyr Allah’ın oğludur» diyen yahudiler.
İslâm ise bu inançları reddetmiştir.
Tefsircilere göre «kehf», dağda bulunan genişçe mağara demektir. «Rakîm»in ne olduğu konusunda kesin bir sonuca varılamamıştır. Ancak şu manalardan birine gelebileceği belirtilmiştir: Mağaranın bulunduğu dağ ya da vâdi; Ashâb-ı Kehf’in isimlerinin yazılı bulunduğu kitâbe. Sahîh-i Buharî’deki bir rivayete göre de Ashâb-ı Rakîm, Ashâb-ı Kehf’in dışında üç kişilik bir topluluktur ki bunlar, yağmurlu bir havada sığındıkları mağaranın girişini büyük bir kayanın tıkaması ile mağarada mahsur kalırlar. Her biri, vaktiyle yapmış olduğu güzel bir davranışı yâdederek kurtuluş niyaz ederler. Onlar dua ettikçe kaya biraz daha açılır ve sonunda kurtulurlar.
Ancak, tercihe şâyan görüş, Rakîm’in, Ashâb-ı Kehf’in isimlerinin yazılı bulunduğu kitâbenin adı olduğudur.
Beyzâvî’nin naklettiğine göre şehre gönderilen adam, elindeki parayı harcamak üzere çıkarınca, şehir halkı, paranın üstündeki kral Dekyanos’un resmini görür ve adamın bir hazine bulduğunu sanarak kendisini devrin hükümdarına götürürler. Aradan uzun zaman geçmiştir. Artık bu hükümdar, tevhid akidesine bağlı bir hıristiyandır. Genç adam, krala başlarından geçeni anlatır. Hep birlikte mağaraya giderler ve gencin anlattıklarının doğruluğunu hayretler içinde görürler. Yeniden dirilmenin imkânını isbatlayan bu müşahededen sonra, Allah Teâlâ bu gençleri tekrar ebediyet uykusuna daldırır.
Buna göre Ashâb-ı Kehf, mağarada 309 yıl kalmış oluyorlardı. Bazı tefsirlerde bu sayının kamerî takvime göre olduğu belirtilmektedir. 309 kamerî yılın karşılığı ise milâdî üç asırdır.
Rivayete göre ehl-i kitaptan bazıları, Ashâb-ı Kehf’in mağaraya girişinden itibaren Hz. Muhammed (s.a.)in zamanına kadar geçen sürenin 300 sene olduğunu iddia etmişlerdir ki, Allah Teâlâ, 26. âyeti ile onların bu iddiasını reddetmektedir:
Bazı Kureyş ileri gelenleri Hz. Peygamber’den Allah’a ve Resûl’üne candan bağlı, fakat maddi bakımdan fakir müminleri yanından kovmalarını istemişler, böyle yaptığı takdirde kendisi ile görüşüp konuşabileceklerini söylemişlerdi. İşte bu âyet, Beyzâvî’nin tefsirinde de belirtildiği gibi, üstünlük ve şerefin, bedeni ve maddi zinette değil, gönül zinetinde, yani iman ve güzel yaşayışta olduğunu, dolayısıyla müşriklerin bu isteğine değer vermemek gerektiğini ifade etmektedir.
Bu iki kişinin kimliği konusunda mevcut görüşler şunlardır:
(1) Mahzum kabilesinden Mekkeli iki kardeştirler.
(2) Maksat Allah Resûlü ile Mekkeli müşriklerdir.
(3) Allah’a inanan ve inanmayan herkes için geçerli bir misaldir.
(4) Lu’ayne b. Hısn ve ashabı ile Selman, Suheyb ve ashabı arasında bir benzetmedir.
(5) Babalarından kalan büyük çapta bir mirası birisi inancının gereği gibi, diğeri de inançsızlığın gereği gibi harcayan iki İsrailli kardeştirler... Hepsinde ortak olan nokta: İman etmeksizin, serveti tek gaye edinerek mal yığma tutkusunun insanı zulme ve hüsrana sürükleyeceği gerçeğidir.)
Servetinin ve adamlarının çokluğuyla gururlanan bu kişinin ahireti inkâr ettiği, 36. âyetin başında anlatılmıştı. 37. âyette ise bu kişi Allah’ı inkâr etmekle itham ediliyor. Şu halde, Beyzâvî’nin de işaret ettiği gibi, ahireti inkâr etmek, bir bakıma Allah’ı inkâr etmek demektir. Zira, ahiretin imkânsızlığını savunmak, Allah’ın gücünün sonsuzluğundan şüphe etmenin bir sonucudur. Nitekim bu kişiye, kendisinin yaratılış safhaları hatırlatılmak suretiyle bu kudretin sahibi olan Allah’ın kıyameti de gerçekleştirme gücünde olduğu isbatlanmak istenmiştir.
Allah Teâlâ, 45. âyetteki teşbih ile dünya hayatının geçiciliğini, ibret nazarıyla bakan insanın, bir bitkide dahi kendi hayatının başlama, gelişme ve tükenip son bulma safhalarını açık bir şekilde görebileceğini belirttikten sonra, insana yaraşanın, dünyanın geçici zinetlerine aldanmak yerine, kısa süren dünya hayatında yapacağı iyi işlerle ebedî saadete erişmek olduğuna 46. âyette işaret etmektedir.
Bu âyetle ilgili olarak Kurtubî bir hadis nakleder ve hadisi bu âyete en özlü tefsir sayar: «Kıyamet günü Allah Teâlâ yüksek bir sesle seslenir ve şöyle der: Ey kullarım! Ben Allah’ım, benden başka ilâh yoktur. Ben acıyanların en acıyanı, hüküm verenlerin en âdili ve hesap görenlerin en süratlisiyim. Bugün size korku yok. Üzülmeyeceksiniz de. Delillerinizi hazırlayın, kolay cevap verin. Çünkü sorumlusunuz, hesaba çekileceksiniz. Ey meleklerim! Hesapları görülmek üzere kullarımı ayak parmakları üzerinde sıra sıra dikin.»
Tefsirlerde, Musa’nın genç adamının, Yûşâ b. Nûn adında biri olduğu, Yûşâ’nın Hz. Musa’ya hizmet ettiği, ondan ilim öğrendiği rivayet edilmektedir.
Âyette sözü edilen iki denizin hangi denizler olduğuna dair bir açıklık yoktur. Bunların Hazar Denizi ile Karadeniz olduğu, yahut Nil Nehri’nin Sudan’daki iki kolu olan Beyaz Nil ile Mavi Nil olabileceği ifade edilmektedir. Bir başka anlayışa göre bu iki denizden biri Hz. Musa, diğeri de Hızır (a.s.)dır. Çünkü Musa zâhir âleminin, Hızır da bâtın âleminin denizidir.
Rivayete göre genç bir yakını ile Hz. Musa bu yolculuğa, Allah tarafından, kendisinden daha bilgili olduğu haber verilen Hızır ile buluşmak için çıkmıştı. Yanlarında bir de cansız balık vardı. Bu balık Allah’ın kudreti ile nerede canlanır, denize sıçrayıp giderse bu, Hızır’ın orada olduğuna işaret olacaktı.
Burada Hz. Musa’nın genç arkadaşına şaşkınlık veren, ölmüş bir balığın, bir mucize neticesinde canlanarak denize akıp gitmesidir. Bu mucizenin tahakkuk ettiği yer, Hz. Hızır’ın bulunduğu yer idi. Musa bunu bildiği için adamına, balığın canlanarak denize girmesi halinde bundan kendisini haberdar etmesini tenbihlemiş, fakat bir kayanın yanında istirahata çekildikleri ve belki de Hz. Musa’nın uykuya daldığı bir sırada balık denize sıçradığı halde adam haber verme görevini unutmuş, bir süre daha ilerleyip, Hz. Musa yemekten bahsedince arkadaşı balığın denize gittiğini hatırlatmıştı.
Zira Hızır (a.s.), bu çocuğun ileride zalim biri olacağını, temiz birer mümin olan ebeveynine karşı azgınlık ve nankörlük göstereceğini, yahut çocuk sevgisi yüzünden ana-babasının manevi hayatlarının tehlikeye düşeceğini biliyordu; Allah bunu Hızır’a bildirmişti.
Âyette, müşriklerin veya yahudilerin, hakkında soru sorduğu belirtilen Zülkarneyn’in kim olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Beyzâvî tefsirinde bunun Büyük İskender olduğu, peygamberliği kesin olmamakla beraber, iyi bir mümin olduğu konusunda ittifak bulunduğu zikredilmekte; «cihan hakimiyetine ulaşmış olduğundan veya İran ve Roma imparatoru olduğundan ya da, bir yiğitlik simgesi olmak üzere tacında iki boynuz bulunduğundan» kendisine Zülkarneyn denildiği belirtilmekte ise de, bu görüş bir kısım tefsirciler tarafından fazla tasvip görmemiştir. Burada sözü edilen kişi Allah’ın kitabına mazhar olduğuna göre Kral İskender’den daha önce gelmiş bir peygamber olması ihtimali kuvvet kazanmaktadır.
Tefsirlerde nakledildiğine göre Zülkarneyn, batıda Atlas okyanusuna, yahut Karadeniz’e kadar gitti. Orada güneşin deniz ufkunda batışını seyretti. Ancak, koca kâinat içinde bu deniz, kendisine bir su gözesi kadar küçük geldi. Güneş, sislerle kaplı deniz ufkunda, sanki balçıklı bir su gözesine gömülür gibi batıyordu. Sahilde karşılaştığı kavim, müfessirlerin kanaatına göre, kâfir bir millet idi. O yüzden Allah Teâlâ, Zülkarneyn’i, bu kavmi cezalandırmak veya eğitmek, irşad etmek, böylece iyilikle yola getirmek arasında muhayyer kıldı.
Zülkarneyn, batıda işlerini bitirdikten sonra doğunun yolunu tuttu. En sonunda, ihtimal Asya’nın doğu kıyılarına, Hint okyanusuna, yahut Hazar denizine ulaştı. Burada karşılaştığı insanlar, rivayete göre, güneşin ışığına ve sıcağına karşı korunmak için elbise ve ev yapmasını bilmiyorlardı.
Kıyamet terazisinde ağır çeken iman ve sâlih ameldir. Kâfirlerin ise hayırlı işleri bulunmadığından mizanları boş kalacak; dünyada çoğu insanın değer verdiği şeyler orada değersiz sayılacaktır.
Bu âyette Allah’ın sözlerinden maksat, O’nun ilim ve hikmetidir. Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmeti sonsuz ve sınırsız; denizler ise, çokluğuna rağmen, sonlu ve sınırlıdır. Şu halde, Allah’ın ilim ve hikmetini yazmak için mürekkep olarak, deryaların dahi kifâyetsiz geleceği âşikârdır.