Araplar arasındaki bir geleneğe göre, bir adam karısına «sen bana anamın sırtı gibisin» dedi mi, o kadın kendi anası gibi sayılır ve artık o adam ona yanaşamazdı. İşte buna «zıhâr» denirdi. Âyette, bir insanda iki kalbin birarada bulunmadığı gibi, hem annelik hem zevceliğin, hem başka soydan evlâtlık hem gerçek oğul olma vasfının birleşemeyeceği anlatılmaktadır. Kur’an, Araplardaki bu iki geleneği (zıhâr ve evlâtlık edinmeyi) tanımamıştır. Zıhâr yapılması halinde, ceza olmak üzere «keffâret» hükmü getirilmiştir (bak. Mücâdele 58/ 1-4). Âyette Araplar arasında akıllı kişilerin iki kalp taşıdığı yolundaki inanca işaret olunduğu da bazı tefsirlerde belirtilmektedir.
Hicretin beşinci yılında Kureyş ve Gatafân kabileleri topluca Medine üzerine yürümüşler; müslümanlarla ittifakı bulunan Medine’deki Benî Kureyza kabilesi de, ihanet ederek onlarla birleşmişti. Böylece düşman ordusunun sayısı 12.000 kişiye varıyordu. Hz. Peygamber, istişare ederek Araplarda âdet olmayan bir savaş taktiği uyguladı: Medine çevresine hendek kazdırdı ve askerlerini, hendekten çıkan toprakların ardına mevzilendirdi. Düşman hendeği aşamadı. Bir ay kadar süren kuşatma sırasında yardım alamayan müslümanlar bunaldılar. İşte bu durumda bir mûcize meydana geldi: Birden ortaya çıkan soğuk bir fırtına, düşman çadırlarını söküyor, ateşlerini söndürüyor, atlarını ürkütüyor, düşmanı toza boğuyordu. Müslüman askerlerin etrafında sahipleri görünmeyen seslerden tekbirler işitiliyordu. Sonunda düşman perişan oldu, çekip gitti. Daha sonra Benî Kureyza kabilesinden de bu ihanetlerinin hesabı soruldu. İşte aşağıdaki âyetlerin, bu olay hakkında nâzil olduğu rivayet edilmektedir.
Rivayete göre, onlardan biri, «Muhammed hem bize İran ve Bizans’ın fethini vadediyor, hem de biz korkumuzdan meydana çıkamayıp hendek kazıyoruz» demişti.
«Korku gidince ise...» diye başlayan cümle, aşağıdaki şekillerde de manalandırılmıştır:
«....hayra pek düşkün adamlar tavrıyla sizi keskin dilleri ile incitirler.»
«...mal düşkünlüğünden, ince sözlerle size sokulurlar.»
Âyette, Hz. Peygamber’in, Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet nümûnesi olduğu anlatılmaktadır. Böylece, Resûlullah’ın, hislerine mağlup insanları memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım nazarî kaideler öğretmekle görevli olmayıp, onun hedefinin, insanlığa amelî kaideler öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışıyla izah ve tarif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır. Binaenaleyh, onun hayatı ve sîreti incelenirken bu nokta asla gözden uzak tutulmamalıdır.
Allah, biraz güçlük ve sıkıntıya katlandıktan sonra zaferin müminlere ait olacağını müjdelemiş; Hz. Peygamber de müttefik orduların kısa bir süre sonra geleceğini, biraz sıkıntıdan sonra, sonucun müminler lehine olacağını haber vermişti. İşte burada bu vaadlere candan inanan müminlerin teslimiyetine işaret olunmaktadır.
Müşrik kabileler gittikten sonra, gelen vahiy üzerine Hz. Peygamber, müslümanlarla olan ittifaklarını bozup hâinlik eden Benî Kureyza adlı yahudi kabilesi üzerine yürüdü. Müslümanlar, 25 gün kadar bir süre Kureyza’lıların kalesini kuşattılar. Sonunda kale müslümanların eline geçti.
Âyetin nâzil olduğu sıralarda, artık Hz. Peygamber, aşağı yukarı bütün Arabistan’a hakim durumda idi. İctimaî hayatta büyük değişiklikler meydana gelmişti. Artık fakirlik yerine, refah ortalığı kaplamaktaydı. Bu şartlar altında Hz. Peygamber’in hanımları da, umumî refahtan pay almayı arzulayarak, Resûlullah’tan bazı zînet eşyaları ve daha iyi bir geçim istemişlerdi. İşte bu sırada gelen vahiy, Hz. Peygamber’e, yine eskisi gibi, sadelikten ayrılmamasını emretti. Böyle bir emir, dünya hayatına düşkün, her geçen gün gücüne güç, servetine servet katmak için çırpınan maddeperest bir insan tarafından tebliğ edilmiş olamazdı. Şayet Resûlullah, zevcelerine de bu umumî refahı sağlamış olsa idi, en küçük bir itirazla karşılaşmazdı. Ne var ki Resûl-i Ekrem, yaşantısını ve yaşantısının sadeliğini asla değiştirmeyecekti. Cemiyetin yaşantısında ne kadar değişiklik olursa olsun, dünyanın geçici zinetleri Resûlullah’ın evinde yer almayacak, nübüvvet harîmi, dünya âlâyişinden uzak kalacak, iktidar sahiplerine örnek olacaktı.
Hz. Peygamber’in hanımlarından gelen istekler üzerine nâzil olan bu âyete «tahyîr» (serbest bırakma) âyeti denir. Neticede, hanımları, refah ve zinet yerine Hz. Peygamber’i tercih etmişlerdir.
Âyette geçen emir, her ne kadar Resûlullah (s.a.)ın hanımları için buyurulmuş ve onların özel durumları vurgulanmış ise de, hüküm, bütün müslüman hanımlara şamildir.
Âyette hitabedilen Ehl-i Beyt, Resûlullah’ın ev halkıdır. Ehl-i Beyt hususunda en uygun görüş şudur: Allah Resûlü’nün evlâtları, eşleri, torunları olan Hasan ve Hüseyin ve damadı Hz. Ali, Ehl-i Beyt’i teşkil ederler.
Bu âyette zikredilen ve Kur’an’da adı geçen tek sahâbî olan zât, Zeyd b. Hârise’dir. Çocukluğunda esir düşmüş, Hz. Hatice onu köle olarak satın almıştır. Hz. Hatice’nin kendisine hediye ettiği bu çocuğu, Peygamberimiz azâd edip evlât edinmişti. Resûlullah, Zeyd’i çok severdi, ona halasının kızı Zeyneb binti Cahş’ı nikâhlamıştı. Fakat Zeyneb, Zeyd ile geçinemedi. Zeyneb, asil bir aileden geldiği için bir köle azâdlısı ile evlenmek istememiş, ancak bu yönde vahiy gelince onunla evlenmişti. Zeyd’e bir türlü ısınamamış, bu yüzden ona karşı asâletiyle övünmekten geri durmamıştı. Zeyd, bir süre daha buna sabretti ise de sonunda Allah’ın Resûlüne varıp Zeyneb’den ayrılmak istediğini söyledi. Bunun üzerine Resûlullah hoşnutsuzluğun sona ermesi için ayrılmalarını uygun bulduysa da bunu Zeyd’in yüzüne söylemedi, ona sadece «karını yanında tut» dedi.
Hz. Peygamber’in içinde gizlediği şey, Zeyneb’in sonradan kendisine zevce olacağını bildiği halde bunu açıklamamasıdır. Bu konuda uydurulan birtakım isnatların aslı yoktur. Peygamberimiz, Zeyneb’in güzelliğine hayran kaldığı için onunla evlenmiş değildir. Zeyneb onun halasının kızı idi ve Peygamber onu her zaman görüyordu. İsteseydi onunla Zeyd’den önce kendisi evlenebilirdi.
Sabah-akşam bütün vakitleri içine almaktadır. Tesbih ve zikir, öncelikle «Sübhânellah», «Elhamdülillâh», «Lâ ilâhe illâllah», «Allahü ekber» ve «Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm» ifadeleriyle yapılır.
Zifaftan önce boşanan kadına, önceden tayin edilmiş bir mehir varsa onun yarısı verilir. Yoksa bağış yapılır. Bu bağışın belli bir miktarı yoktur. Bu şekilde boşanmış kadın iddet beklemeden evlenebilir.
Nisâ sûresinin üçüncü âyetinde dörtten fazla evlenmeye izin verilmediği halde, bu âyette Resûlullah’ın dörtten fazla hanımla evlenmesine müsaade edilmiştir. Resûlullah’a has olan bu müsaadenin hukukî, ictimaî, siyasî ve eğitimle ilgili sebepleri vardır.
Hz. Peygamber dışındaki müminlere verilen birden fazla evlilik izni ve bunun sınırları hakkında bak. Nisâ 4/3’ün açıklaması.
28 ve 29. âyetlerde Resûlullah (s.a.)ın hanımlarına onunla birlikte kalmak veya ayrılmak şıklarından birini seçmeleri teklif edilmiş, onlar Resûlullah ile birlikte kalmayı tercih etmişlerdi. Bu âyette de aynı seçim hakkı Resûlullah’a verilmiş, o da hanımlarından ayrılmamayı uygun bulmuştur.
Bu âyet, Hz. Peygamber’in evine yemekten önce gelen, yemek hazır oluncaya kadar bekleyen, yemekten sonra da kalkıp gitmeyenler hakkında nâzil olmuştur. Âyet-i kerime, müslümanların Resûlullah’a ve hane-i saadete karşı nasıl davranacaklarını, birbirlerine karşı nasıl muamele edeceklerini bildirmektedir. Buna göre bir kimsenin başkasını rahatsız etmemesi, evinde huzur ve istirahatını bozmaması, davet edildiğinde bildirilen zamandan önce gitmemesi, yemekten sonra fazla oturmaması gerekmektedir.
Peygamber hanımlarına hitaben perde arkasından konuşmayı emreden âyet inince, onların yakın akrabaları «Biz de mi perde arkasından konuşacağız?» diye sordular. Bunun üzerine bu âyet indi.
Allah’ın salevâtı, rahmet etmek ve kulunun şânını yüceltmektir. Meleklerin salevâtı, Peygamber’in şânını yüceltmek, müminlere bağış dilemek anlamınadır. Müminlerin salâtı ise, dua anlamına gelmektedir. Allah bütün müminlere, peygamberlerine salât ve selâm getirmelerini emretmekte ve ona saygı göstermelerini istemektedir. «Allahümme salli alâ Muhammedin» demek salât, «Esselâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü» demek selâmdır. Peygamberimizden rivayet edilen çok sayıda salevât-ı şerîfe vardır. Bunları okumak, mümkün olduğu kadar çok salât ve selâm getirmek, Peygamber’in sevgisini celbeder, şefâatine sebep olur.
Bunların, özellikle, «Uzeyr Allah’ın oğludur, Allah’ın eli bağlıdır, Allah fakir, biz zenginiz» diyen yahudiler; «Mesîh, Allah’ın oğludur, o üçün üçüncüsüdür» diyen hıristiyanlar; «Melekler, Allah’ın kızlarıdır, putlar onun ortaklarıdır» diyen müşrikler olduğu söylenmiştir.
Hz. Musa’nın, kavmiyle birlikte soyunup yıkanmadığını görenler, uzvî bir hastalığı olduğunu söyleyerek onu incittiler. Bir gün Hz. Musa tek başına yıkanırken elbisesini bir taşın üstüne koymuştu. Giyinmek için gelince, taş elbise ile hareket edip kavminin yanına geldi. Böylece onda bir hastalık olmadığını gördüler. Bu iddialarının asılsızlığı, kendi şehâdetleriyle ortaya çıkarıldı.
Hz. Peygamber de bir ganimet taksimi esnasında münasebetsiz bir itirazla karşılaşmıştı. Âyet bu tür eziyetlere işaret ederek müminleri uyarmaktadır.
İnsana yüklenen emanet, işlenmesinde sevab, terkinde ikab olan ibadet ve davranışlarla, akıl ve düşünce kabiliyetidir. Kulluk ve akıl emanetine riayet edilmezse, zulüm ve bilgisizliğe sapılmış olur. Bu emaneti vermekle Allah, insanı teklifleriyle sorumlu tutmuş ve böylece onu imtihan etmiştir.