Her peygamberin ancak kendi kavminin diliyle gönderilmiş olması, bütün insanlardan tek bir dil ile, mesela Arapça ile anlaşmalarının, yalvarıp niyazda bulunmalarının istenmediğini gösterir. Zaten bir âyet-i kerimede de konuşulan dillerin muhtelif olması dahi Allah’ın varlığının ve kudretinin delillerinden sayılmıştır. Bunun yanında bu âyet-i kerimenin işaret ettiği önemli noktalardan birisi de, Hakk’a davet ile uğraşanların içinde bulundukları toplumun dilini çok iyi bilmeleri gerektiği hususudur.
İbn Mes’ûd bu âyeti okuduğu zaman «Neseb âlimleri yalancıdırlar» derdi. Yani onlar nesepleri bildiklerini iddia ederlerken Allah bunu reddediyor. İbn Abbas da «Adnan ile İsmail arasında bilinemeyen otuz baba (batın) mevcuttur» derdi. Buna göre âyetin manası, «Onlar o kadar fazla idiler ki, sayılarını Allah’tan başka kimse bilemez» demek olur.
Onlar kendilerine bildirilen bunca açık delillere, hüccetlere ve mucizelere kani olmayarak inatları yüzünden daha başka mucizeler, hatta kendilerini kahredecek felâketler istiyorlar ve mucizelerle adeta eğleniyorlardı.
Allah Teâlâ kâfirlerin amellerini, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir küle benzetmektedir ki onların ameli ne kadar iyi ve çok olursa olsun, sonuç itibariyle ahirette fayda vermeyecektir. Çünkü Allah Teâlâ, insanları, önce kendisine ve gönderdiği peygamberlerin tümüne iman ile mükellef tutmakta olup sevap ve mükâfatı bundan sonra vereceğini bildirmektedir. Dolayısıyla imanı olmayanlar, yaptıkları iyi işlerin karşılığını dünyada iken alırlar, ama ahirette onlara verilecek hiçbir şey yoktur.
Selam, her türlü kötülüklerden, meşakkat, mihnet, kusur ve âfetten kurtulmak demektir. Müminler hem dünyada, hem de ahirette karşılaştıkları zaman birbirlerine böyle bir duada bulunurlar.
Güzel söz güzel ağaca benzetiliyor. Çünkü ağacın diri kalması için nasıl sulanmaya, bakılmaya ihtiyacı varsa, bunlar bulunmadan kurursa kalpteki iman ağacı da böyledir. Eğer sahibi faydalı ilim, sahih amel, zikir ve tefekkürle her zaman bakıp onu gözetmezse kuruyabilir. Bir hadis-i şerifte: «Elbise nasıl yıpranır eskirse, kalpteki iman da öylece yıpranır, eskir. O halde imanınızı daima tazeleyin» denerek bu gerçek dikkatlerimize sunulmuştur.
24. âyette Allah Teâlâ, güzel sözü, güzel ağaca benzetmişti. Çünkü güzel sözün meyvesi güzel amel; güzel ağacın ürünü de faydalı meyvedir. Müfessirlerin açıklamalarına göre güzel sözden maksat, kelime-i şehadettir. Bu kelime dışta ve içte daima güzel amellerin meydana gelmesine sebep olur. Allah’ın râzı olacağı her güzel iş, bu kelimenin meyvesidir. 26. âyette geçen «kötü kelime»ye gelince o da, Allah’ı inkâr etmektir. Bu kelime her türlü fitnenin, fesadın, felâket ve musibetin kaynağıdır. Kötü söz, hem dünyada, hem de ahirette insanın felâketlere sürüklenmesine sebep olur. Dolayısıyla 26. âyette de kötü söz, kötü bir ağaca teşbih edilmiştir.
Hz. İbrahim, Allah Teâlâ’nın putperestleri bağışlamayacağını henüz bilmiyordu. Onun için onların da bağışlanmasını temenni etti. Müşriklerin bağışlanmayacağını anladıktan sonra artık onların affı için dua etmedi.
Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim’in hanımı Sâre’nin Hacer isminde bir câriyesi vardı. Onu kocası Hz. İbrahim’e verdi ve İbrahim (a.s.)in ondan İsmail adında bir oğlu dünyaya geldi. Hz. İbrahim onları alarak Mekke’ye götürdü. Kâbe yakınlarında bir yere iskân etti. Mekke susuz, çorak ve kayalık bir yerdi. Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’in duasını kabul etti. Orada zemzem diye anılan su fışkırdı.
Rivayete göre İsmail (a.s.) doğduğu zaman babası 99 yaşında idi. İshak (a.s.) doğduğunda da 112 yaşında idi. İshak Peygamber, İsmail’den 13 sene sonra Sâre’den dünyaya gelmiştir.
«Yerlerin başka bir yer, göklerin de başka gökler olması» konusunda yapılan yorumlar arasında şunlar da vardır: Yer ateşe, gökler de cennete dönüşecek, yer gümüş gibi bembeyaz, üzerinde kan dökülmedik, günah işlenmedik bambaşka bir yer olacak. İbn Abbas’tan bir rivayete göre de yer yine bu yerdir. Ancak sıfatları değişecek. Kısaca dağları yürüyecek, denizleri yarılacak, her taraf düz olacak, eğrilik büğrülük görülmeyecektir.