Yaratılıştan gelen kıskançlık duygusuna rağmen âyetin, erkeklere birden fazla kadınla evlenme izni vermesi öteden beri -daha ziyade gayr-i müslimlerce- tenkit ve itiraza konu edilmiştir. Ancak İslâm’ın bu iznini diğer talimatı ve hayatın değişen şartları içinde ele almak gereklidir. İslâm’a göre zina kesin olarak haramdır; şu halde zinaya giden yolları tıkamak gerekir. Erkeğin güçlü ve yeterli, kadının ise zayıf ve isteksiz olması veya doğurgan olmaması halinde, savaş vb. sebeplerle erkeklerin azalması ve kadınların çoğalması gibi durumlarda, erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi zaruri olabilir. Böyle durumlarda erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi bir emir değil, bir izindir; ikinci ve üçüncü… eş olacak hanım da buna mecbur değildir. Ayrıca bu izin kayıtsız şartsız olmayıp adalet şartına bağlanmış, buna riayet edemeyeceğinden korkanlara bir kadınla yetinmeleri emredilmiştir. Bütün bu kayıtlar ve şartlar bir arada düşünüldüğü zaman İslâm’ın bu izninin, zaman içinde değişen şartlara ayak uydurma bakımından en müsait yol olduğu açıkça anlaşılacaktır.
7. ve 8. âyetten birincisi cahiliye devri geleneklerini yıkarak mirastan kadının da payı olduğunu, Allah’ın onlar için ayırdığı bu payın mutlaka kendilerine verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. İkinci âyet ise İslâm’ın getirdiği en geniş kardeşlik ve en insanî dayanışma anlayışı ve sosyal adalet prensibi içinde, mirasta payı olmayan -nisbeten- uzak akrabaya, o civarda bulunan fakir fukaraya da mirastan bir şeyler verilmesini, gönüllerinin alınmasını, emeksiz elde edilen servete karşı muhtemel menfi duyguların önlenmesini emretmektedir.
Yetimlerin veli ve vasileri, onlara kendi çocuklarına davranılmasını istedikleri gibi davranmalıdırlar; çünkü kendi çocukları da bir gün yetim ve çaresiz kalabilir.
İslâm’ın miras hukukunda, paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecburiyetinde olanlara çok, daha az harcama durumunda olanlara az hisse verilmiştir. İslâm aile hukukuna göre evlenirken mehir verecek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi asgari ihtiyaçları temin edecek yine erkektir. İşte bu sebepledir ki, genellikle mirasta erkeklerin payı, kadınlarınkinin iki misli olmuştur.
Kelâle şeklinde, malı yan hısımlarına kalan kimselerin paylarını açıklayan kısımda geçen erkek kardeş ve kız kardeşten maksat, ana bir kardeşlerdir. Öz kardeşlerin durumu sûrenin sonunda açıklanacaktır.
Hukuk sistemleri, vârislerin alacağı paylarda olduğu gibi, yakınlık ve uzaklık derecelerine göre akrabanın vâris olup olmayanını tayin konusunda da farklı telakki ve uygulamaları benimsemişlerdir. Mesela İslâm dışı bazı sistemlerde ölenin çocukları varsa ana-babası vâris olamamaktadır. İslâm miras hukuku payları dağıtırken âdil denge esasına riayet ettiği gibi, vârisleri tayin ederken de yakınlık derecesi ile beraber faydayı gözönüne almış, dünya ve ahiret hayatında ölüye faydası dokunan ve dokunacak olan akrabayı mirastan mahrum etmemiştir.
İslâm’dan önce Araplar kadına çok kötü muamele ediyor, bu cümleden olarak kocası ölen kadını, onun miras bıraktığı mal gibi telakki ediyorlar, kadın istemese bile onunla evlenme veya onu başkasıyla evlendirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar, kadını kullanarak maddi menfaat sağlama yoluna gidiyorlardı. Âyet bütün bu haksızlıklara son vermiş, kadına lâyık olduğu hakları getirmiştir.
İslâm’da erkek, evleneceği kadına, mehir adıyle bir mal verir. Bunun miktarı örf, âdet ve emsale göre tayin edilir. Mehir kadının hakkı, onun özel malıdır, peşin verilmemiş ise kocasının boşaması veya ölmesi halinde kadına derhal ödenmesi gerekir. Erkeklerin, çeşitli yollar ve desiselerle bu hakkı kısmen veya tamamen yemeleri, verdiklerini zorla geri almaları meşru değildir.
Bir kadınla evlenip birleşen veya birleşecek bir ortamda başbaşa kalan (halvet olan) koca, onu boşadığı takdirde mehrin tamamını öder. Âyette «birbirinizle haşir-neşir olduğunuz» denilerek bunlara işaret edilmiştir. Birleşme ve halvet olmadan boşanma halinde ise, kadın mehrin yarısına hak kazanmış olur.
İslâm öncesi Arapların üvey anneleri ile evlenme şeklindeki çirkin bir âdetini daha ortadan kaldıran bu âyetten sonra müslümanların, başka kimlerle evlenmelerinin caiz olmadığı 23. ayette bildirilmektedir.
Âyetin «nikâhlanıp da birleşmediğiniz kadınların kızları ile evlenmenizde mahzur yoktur» meâlindeki kısmından maksat, anası nikâh altında iken onun kızını da almak değildir. Caiz olan, bir erkeğin nikâhlayıp da kendisi ile birleşmeden boşadığı kadının başkasından olma kızı ile evlenmedir. Âyette evlenilmesi kesin olarak yasaklananlar dışında kalan akraba ile evlenmek, bazı şart ve zaruretler icabı câiz kılınmış olmakla beraber, hadisler akraba olmayanlarla evlenmeyi tavsiye etmiştir.
Bazı dinlerde ve bunlara dayalı hukuklarda kadın, kendisi ile evlenecek olan erkeğe vermek üzere mal (dırahoma) edinir; yani bu sayede erkeklerin kendisine rağbet etmelerini sağlamaya çalışır. İslâm’da ise kadın bizatihî değerlidir. Onun malına değil, kendisine rağbet edilir. Bunu sembolize etmek üzere de kadın değil, onunla evlenmek isteyen erkek ona bir şeyler verir ki, buna mehir denilmiştir.
Zina kesin olarak haramdır. Bir ücret karşılığında anlaşarak geçici bir zaman için evlenmek meşru değildir. Metres ve dost tutmak da zinanın başka çeşitleridir. Bir müslümanın evlilik ihtiyacı karşısında yapacağı şey, imkânı varsa öncelikle bir mümin ve hür hanımla evlenmektir; müslüman olmayan ehl-i kitap kadınlarla evlenmesi de caizdir. Sonra sırasıyla mümin cariye ve mümin olmayan cariye ile evlenmek gelir. Cariye bir başkasına ait olduğu için onunla evlenmenin bazı mahzurları vardır; bu sebeple cariye ile evlenmekten ise sabredip, imkânın elvermesini beklemek insan için daha hayırlıdır. Âyetin cariyelere «kızlarınız» diyen ve «bütün insanların aynı kökten geldiklerini, insan evlâdı olduklarını» düşünerek onların hor görülmemesini, onlarla evlenmekten çekinilmemesini isteyen kısmı İslâm’ın insana verdiği değer bakımından önemli vesikalar mahiyetindedir. İslâm’da köle ve cariyenin tek aslî kaynağı savaştır. Savaş esirleri için tek alternatif kölelik ve cariyelik değildir. Esir, köle ve cariye statüsüne geçirilmiş ise bu takdirde onlara yapılan muamele hür insanlarınkine oldukça yakındır ve hedef hidayete ermelerini temindir.
Şu halde dinî teklifler ve vazifeler birer yük değildir; tam aksine insanı dünya ve ahiret hayatında çıkmaza düşmekten, altından kalkamayacağı veya kendisine fayda yerine zarar getirecek olan iş ve davranışlara girmekten alıkoyan, böylece yükünü hafifleten temrinler, düzenlemeler ve irşadlardır.
Karşılıklı rızaya dayanan mal-para, emek-ücret vb. mübadele çeşitleri, hem fertler, hem de, onların teşkil ettiği toplum için faydalıdır; bu sebeple de meşrudur. Rızasız ve haksız kazançlar ise geçici refah ve menfaatler sağlamakla beraber arkasından isyanlar, ihtilâller ve felâketler getirir. Âyet «başkasının malını» demek yerine, «mallarınızı» demek suretiyle «millî servet» mefhumuna ışık tutmaktadır. Malî haksızlıkların getirdiği felâketlerden birisi ve belki en önemlisi katildir; haksızlıkla ve haram yollardan servet yapmak, fert ve cemiyet olarak adım adım ölüme gitmek demektir. Çünkü, ferdî intikam duygusu, ferdî öldürmelere yol açarken, sosyal sınıflar arası intikam duygusu da sosyal patlamalara ve ihtilâllere sebep olmaktadır.
İnsanlar, melekler gibi yaratılışları icabı günahtan korunmuş değildir, günah ve suç işleme kabiliyetleri de vardır, faziletleri de. Faziletleri, nefsânî arzularına karşı verdikleri mücadeleden gelmektedir. Kul elinden geleni yapınca Mevlâ, ufak tefek kusurları örtecek, yüze vurmayacaktır.
Allah her kuluna, kabiliyet ve çalışmasına göre nimetler, nasipler vermiştir; başkasında olana göz dikmek, onun hasretini çekerek ömür geçirmek yerine, herkesin kendisindekini görmesi, onun kıymetini bilmesi ve isteyeceğini Allah’ın lütfundan istemesi gerekir.
«Yeminlerin bağladığı kimseler» cahiliye devrinde âdet olan bir nevi mukaveleli mirasçılar olup, başka bir âyetle (Enfâl 8/75) hükmü kaldırılmıştır. Bir başka anlayışa göre bunlardan maksat eşlerdir ve âyet neshedilmemiştir.
Erkeklerin maddi ve manevi özellikleri ile ekonomik rolleri onların aile reisi olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur. Toplum düzenle yaşar. Düzen ise bir reisi, bir idareciyi zaruri kılar. İslâm’da devlet başkanından aile reisine kadar her idareci ilâhî talimata göre hareket etmek, yönetmek mecburiyetindedir; şu halde onlara itaat bu talimata itaat demektir. İdare eden veya edilen bu talîmatın dışına çıkar, itaatsizlik ederse müeyyide uygulanır. Burada bahis mevzuu olan zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi, «Kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?» buyurarak ümmetini uyarmıştır. Dövme müeyyidesi kullanıldığı takdirde kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde uygulanması gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde dayağı İslâm getirmemiş, aksine onu hafifleterek ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ayrıca kadına da, kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hakime başvurma, hakkını arama imkânı vermiştir.
Allah’a kul olmanın gereği böyle bir ahlâka sahip bulunmaktır; kaba-saba, haksız, zalim, cimri, herkese kötülük eden... kimseler yalnızca bazı ibadetleri yapmakla Allah katında makbul bir kul olamazlar.
Bütün peygamberler ümmetlerine aynı iman esaslarını getirmiş ve tebliğ etmişlerdir. Nizam ve ahlâk sahasında ise -prensipler değişmemekle beraber- medenî ve ictimaî şartlara göre şekiller ve uygulamalar değişmektedir. Son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.) insanların ilim ve medeniyetçe en ileri devrelerinde onlara rehber olacak en kâmil dini getirmiş ve tebliğ etmiştir. Peygamberlerinin getirdikleri iman ve nizamı değiştiren veya inkâr edenler ahirette muhakeme edilecek ve peygamberleri de onlar aleyhine şahitlik edeceklerdir. Hâtemü’l-enbiyâ (s.a.) ise bütün peygamberlerin lehinde şahitlik ederek onları tasdik eyleyecektir.
Abdest alması veya gusletmesi gereken bir müslüman su bulamadığı takdirde toprak ve yeryüzü cinsinden bir şeyle teyemmüm eder. Teyemmüm hem abdest, hem de gusül yerine geçer. Ayrıca suyu kullanmaya engel olan hastalık, korku, suyun uzakta olması gibi bazı özür ve durumlar da teyemmümü câiz kılar.
Yahudiler Allah’ın kendilerine gönderdiği kitabı tahrif etmiş, kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirmiş, manalarını saptırmış, gerçekleri ve bu arada Hz. Peygamberin geleceğini müjdeleyen kısımları örtmüş, bozmuş ve inkâr etmişlerdir. Resûlullah’ın zamanında da ilk anda kötü maksatlarını belli etmeyecek sözler kullanarak onu tahkir etmek ve kinlerini tatmin eylemek yoluna gitmişlerdir. Meselâ «râinâ» kelimesi «bizi gözet» manasına gelir, aynın kesresi biraz uzatılarak söylenirse «râînâ: bizim çobanımız» manasına gelir. İşte buna benzer kelime oyunları ile akıllarınca Peygambere hakaret ediyorlardı. Âyet, onların oyunlarını bozmakta ve haklarında hayırlı olacak yolu göstermektedir.
Âyette geçen «sebt», yahudilerce mukaddes olan cumartesi günüdür. Cumartesi adamlarından maksat, gerekli bulunduğu halde cumartesi gününe saygı göstermeyen, bu ve benzeri günahlarından dolayı lânetlenen bazı yahudilerdir.
Ehl-i kitaptan Kâ’b b. el-Eşref Medine’den Mekke’ye gelmiş, müşrikleri Hz. Peygamber ve müslümanlar aleyhine kışkırtarak beraber mücadeleye çağırmıştı. Bu arada müşrikler «Bizim dinimiz mi, yoksa Muhammed’in dini mi haktır, hangimiz doğru yoldayız?» diye sormuşlar ve «Siz doğru yoldasınız» cevabını almışlardı. 51. âyet bu hadise üzerine nâzil olmuştur.
Buraya kadar meâllerini verdiğimiz on üç âyet (45-57. âyetler) müşrik, putperest, ehl-i kitap... kâfirlerin psikolojilerini tahlil ederek davranışlarının sebeplerini ve âkıbetlerini açık bir şekilde ortaya koyuyor ve müminlerin ibret almalarını istiyor.
Âyetin emanet ve adalete riayet emri ebedî ve genel bir düstur olmakla beraber, güzel de bir nüzul sebebi vardır: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke’yi fethedince, Kâbe’ye bakan Osman b. Talha kapıyı kilitlemiş, Kâbe’nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek: «Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim» demişti. Hz. Ali anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı, Hz. Peygamber içeri girerek iki rekat namaz kıldı, çıkınca amcası Abbas, anahtarı ve şerefli bir görev olan bakıcılığı kendisine vermesini istedi. İşte bu münasebetle 58. âyet nâzil oldu. Efendimiz, Hz. Ali’ye «anahtarı eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini» emretti. Bu olay Osman b. Talha’nın da müslüman olmasına sebep teşkil etmiştir.
59. âyet müslümanların bilgi ve hüküm kaynaklarını sıralamış, sonradan «Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas» şeklinde formülleştirilen kaynakların temelini koymuş, anlaşmazlık çıkarsa çözümün bu kaynaklara başvurularak aranmasını emretmişti. Buna rağmen bir münafığın hasmına, «Resûlullah yerine Kâ’b b. el-Eşref’e başvuralım» demesi bu âyetin, nüzulüne sebep teşkil etmiş, âyet her yer ve zamanda emsali bulunan münafıkların maskesini indirmiştir.
Tâğut: Hakkı tanımayıp azan ve sapan her kişi ve güce verilen addır. Şeytana da bu yüzden tâğut denmiştir. Bu ve müteakip beş âyetin, yukarıda zikredilen nüzul sebebi bu kelimenin anlamını belirlemede yardımcı olur.
İman, kuru bir sözden ibaret değildir; gönülden bağlanmak, inanmak ve kabullenmektir. Hem «Allah ve Resûlü’ne inandım» deyip, hem de hükümlerine razı olmamak tipik münafıklık alâmetidir. «Şeriatın kestiği parmak acımaz» denilmiştir; acımaz, çünkü müminin kalbinde o acıyı unutturacak kadar büyük bir iman vardır.
Hz. Âişe’nin anlattığına göre birisi Resûlullah’a gelip şöyle demişti: «Ey Allah’ın Resûlü! Seni kendimden, çoluk çocuğumdan daha çok seviyorum. Evimde iken hatırlayınca sabredemiyorum, hemen gelip seni görüyorum. Benim ve senin öleceğimizi düşününce anladım ki sen cennete girdiğin zaman peygamberlerle beraber yüce makamlara götürüleceksin, ben ise cennete girsem bile zannederim seni göremiyeceğim!» Hz. Peygamber bu samimi tehassüre cevap vermemiş, beklemişti. 69. âyet nâzil oldu.
Barış içinde yaşamak arzu edilir bir şey olmakla beraber, tarih boyunca devamlı gerçekleştiği görülmemiştir. Uzun tecrübelerden sonra sulh, dirlik ve düzenlik isteyenlerin ancak savaşa hazır olmakla bunu elde edebilecekleri anlaşılmış, «Hazır ol cenge eğer ister isen sulhu salâh» denilmiştir. İslâm meşrû müdafaa için, yeryüzünden zulmü, baskıyı kaldırmak, gerçek din ve vicdan hürriyetini sağlamak için savaşa izin vermiş, müslümanları cihada çağırmıştır. Müslümanların vazifesi her zaman cenge hazır olmak, fakat meşrû sebep bulunmadıkça onu yapmamak, hazırlığı sulhun teminatı kılmaktır.
Mekke’nin fethinden önce orada kalıp Medine’ye göç edemeyen müslümanlar zalim, müşrik Mekke’lilerden büyük işkenceler görmüş, cefalar çekmiş ve Allah’a iltica ederek O’ndan yardımcı göndermesini dilemişlerdi. Âyet buna işaret etmekle beraber, dünyanın neresinde olursa olsun, zulüm ve haksızlığa uğramış çaresizlere müslümanların yardım etmelerini ve gerekirse onların uğrunda savaşmalarını istemektedir.
78 ve 79. âyetler birlikte değerlendirildiğinde, İslâm’ın hayır, şer, kaza ve kader mevzularındaki inanç ve düşüncesine ışık tuttuğu görülür. İnsanlar umumiyetle elde ettikleri başarı ve iyi neticeleri kendilerine (veya inananlar Allah’a) mal ederler. Felâket, kötülük ve başarısızlıkları ise yükleyecek birisini ararlar; kendilerini kınamak ve suçlamaktan kaçarlar. Halbuki her şeyi yaratan Allah’tır; her şey O’nun takdir ve kudreti ile var olur. Ancak Allah, hiçbir kimse için doğrudan doğruya felâket ve kötülüğe rıza göstermez; kulun işlediği her günah, suç ve kötülükte bizzat kendi iradesi devreye girer ve Allah, kulu öyle istediği için, iradesini o yolda sarfettiği için öyle yaratır. Şu halde kul kâsibdir; hak eder, murat eder, Allah hâlıktır; kulun iradesine göre yaratır.
İnanmadıkları halde öyle görünen münafıklar Resûlullah’ın huzurunda iken, O ne söylerse kabul ediyor ve itaatkâr görünüyor; huzurundan ayrılıp kendi başlarına kalınca bilhassa geceleri gizli planlar ve tuzaklar hazırlıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim, hem ifade bakımından, hem mana ve hüküm bakımından bir bütünlük arzetmektedir. İnsanların söylediği sözler, güzellik ve düzgünlük bakımından daima aynı olmaz. Yazan ve söyleyenin içinde bulunduğu hal ve şartlara göre değişir. Kur’an’ın ifade ve üslûbu ise baştan sona emsalsiz bir güzellik ve düzgünlük içindedir. Bu sözlerin ihtiva ettiği mana, hüküm ve haberler de, yaratılış öncesinden ebediyete kadar hemen her şeye temas ettiği halde tam bir tutarlılık, bütünlük, sıhhat ve uyum arzetmektedir. Yalnızca bunları düşünmek ve tesbit etmek bile, Kur’an-ı Kerim’in insan eseri olmadığını, Allah’tan gelmiş bulunduğunu anlamaya yetecektir.
Toplum hayatı birçok halde aracılığı gerekli kılar. Kendisinden aracı olması istenen kimse neye aracı olduğuna dikkat etmek mecburiyetindedir; çünkü neticeden onun da günah-sevap, fayda-zarar bakımlarından payı olacaktır.
Selam, müslümanlar arasında sevgi ve barış sağlayan, mevcut sevgi ve samimiyeti artıran güzel bir vasıtadır.
Selamı veren, sevgi ve iyi niyetini ifadede öncülük ettiğinden, selamı alan da bir-iki kelime fazlasıyla cevap vererek bu güzel davranışa karşılık vermelidir.
Allah, peygamberler ve kitaplar göndererek insanların akıl ve iradelerine yardımcı olmuş, onlara hidayeti, yolların en doğrusunu göstermiş, ona davet etmiştir. Bütün bunlara rağmen aklını ters çalıştıran ve sapık yollara iradesiyle yönelen kimselerin sapmalarına da izin vermiş, iradelerine uygun neticeyi yaratmıştır. Allah’ın saptırması bu manadadır ve bunca inayete rağmen sapanları kimse yola getiremez.
87-91. âyetler bahis mevzuu olan kâfirler Medine dışındaki münafıklardır. Bunların bir kısmı Mekke’de kalmış, hicret etmemiş ve müşriklerle işbirliği yapmışlardır; bunlar müslümanların düşmanı oldukları ve onlara karşı savaştıkları için bulundukları yerde imha edileceklerdir. Bir kısmı müslümanlar ile aralarında saldırmazlık antlaşması bulunan toplumlara sığınmışlar, diğer bir kısmı da hem müslümanlarla hem de kendi toplumlarıyla savaşmak istemeyip tarafsızlığı tercih etmişler ve müslümanlarla sulh yapmaya, iyi geçinmeye temayül göstermişlerdir. Bu son iki kısım kendi hallerine bırakılacak, onlarla savaşılmayacaktır.
İslâm ceza hukukuna göre bir müslümanı haksız yere ve bilerek öldüren kimsenin cezası kısas, yani idamdır. Bunu affetme selâhiyeti yalnızca maktülün ailesine aittir; bunlar isterlerse kısas yerine diyet talep ederler ve isterlerse her ikisini de bağışlarlar. Bu takdirde devletin ta’zir yoluyla -daha hafif bir şekilde- cezalandırma selâhiyeti vardır. Kısas ile ilgili âyet 2. sûrede geçmiştir (178-179). Buradaki âyet ise manevi ve uhrevî cezayı açıklamaktadır. Bir mümini yanlışlıkla; meselâ av hayvanı zannederek veya muharip düşman sanarak... öldüren kimsenin de maddî ve mânevi cezaları vardır; bu cezalar, maktûlün mensup bulunduğu topluma göre değişmektedir. Maktülün âilesi müslüman ise öldürene iki ceza vardır: 1. Maktülün ailesine vereceği diyet; bu da yüz deve veya bunun başka mallardan karşılığı kadar bir meblâğdır. Diyeti, öldürenin ailesi öder, bunların gücü yetmez ise devlete başvurur, maliyenin ödemesini talep ederler. 2. Yanlışlıkla da olsa bir hayata son verdiği için, bir mümin köleyi hürriyete kavuşturmak suretiyle topluma ilâve edeceği hür bir hayat. Köle azat etmeye gücü yetmeyenler ise iki ay aralık vermeden oruç tutarlar. Maktülün ailesi müslümanlara düşman bir toplum ise, onlara mal vererek kuvvetlendirmek müslümanların aleyhine olacağı için diyet ödenmez.
Bir akın sırasında düşman bölgesinde bulunan bir kişi «Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah» deyip müslümanlara selam verdiği halde Üsâme b. Zeyd tarafından -korkudan böyle davrandığı zannedilerek- katledilmiş ve sürüsü zaptedilmiş idi. Akın dönüşü, hadise Resûlullah’a haber verilince çok üzülmüş, hiddetlenmiş ve «Kalbini yarıp baktınız da mı korkudan olduğunu anladınız!» diye çıkışmıştı. Üsâme’nin pişman olması ve yalvarması üzerine Hz. Peygamber onun için istiğfar etmiş, Üsâme’ye bir köle azat etmesini emretmiştir.
Medine’ye hicretten önce müslümanlar büyük acılar, işkenceler ve sıkıntılar çekmiş, bir kısmı bu sebeple Habeşistan’a göç etmişlerdi. Milâdî 622 yılında Hz. Peygamber ve ashâbı Medine’ye göçtüler. Allah ve Resûlü uğruna her şeylerini geride bıraktılar, Medine’de yepyeni bir toplum ve devlet oluşturdular. Bu andan itibaren küfrün ve şirkin hakim bulunduğu yerlerden Medine’ye hicret farz oldu; gerçekten çaresiz, güçsüz ve bilgisiz olanlar dışında kalan her müslüman hicret ile mükellef kılındı. Göç imkânları olduğu halde imanlarını kurtarmaya ve İslâm devletini takviye etmeye koşmayıp, evini barkını, yurdunu, eşini, dostunu, mal ve mülkünü tercih edenlerin ve çaresizlik bahanesiyle durumu idare edenlerin feci âkıbetini âyet tasvir etmektedir. Bunlardan sonra sırayla, gerçekten âciz olanlar, hicrete teşebbüs edip de Medine’ye varamadan yolda ölenler ve hicret yurduna ulaşanlar gelmektedir. Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadise göre Mekke fethinden sonra hicret mükellefiyeti ortadan kalkmıştır. Ancak âyet, şartlar avdet ederse hicret mükellefiyetinin de avdet edeceğine işaret etmektedir.
101, 102 ve 103. âyetler, yolculukta ve tehlikeli durumlarda namazın nasıl kılınacağını anlatmaktadır. Sünnet ve tatbikattan anlaşıldığına göre yolculuk halinde, dört rekâtlı namazların kısaltılarak iki rekât kılınması için düşman tehlikesi şart değildir. Seksen ilâ doksan kilometrelik bir mesafeyi katetmek üzere yola çıkan her müslüman bu ruhsattan istifade eder. Düşman veya beklenen tehlike karşısında kılınan farz namazın âyette iki rekât olarak tarif edilmesi, ordunun aynı zamanda seferî olmasındandır. Bu durumda cemaatle namazın nasıl kılınacağı konusunda iki uygulama vardır. Hanefîlere göre, birliklerin bir kısmı düşman karşısında dururken diğer kısmı gelip imamın arkasında namaza dururlar, birinci rekât tamam olunca yerlerine giderler, ikinci kısım gelir ve imamla bir rekât da onlar kılar, birinciler ile yer değişirler. Bu sırada imamın namazı tamamlanmıştır. Bunlar imamın arkasında imiş gibi (okumadan) namazlarını tamamlar ve yerlerine giderler. Diğer kısım ise gelerek veya yerlerinde -yetişemedikleri rekâtı kılıyormuş gibi- okuyarak namazlarını tamamlarlar. Şâfiî ve Mâlikîlere göre, birinci gurup imamla ilk rekâtı kılınca imam ikinci rekâtın kıyamında bekler, bunlar namazlarını tamamlayıp yerlerine giderler ve ikinci gurup gelir, imamla bir rekât kılarlar, imam son oturuşta onları bekler, kalkıp bir rekât daha kılarlar ve imamla beraber selâm verirler.
Namaz en büyük zikirdir; Allah’ı anma şekillerinin en mükemmelidir. Aklı eren kimse için onu terketmenin hemen hiçbir mâzereti yoktur. Darlık zamanlarında ruhsatlar ve kolaylıklar vardır. Genişlik ve huzur zamanlarında ise vakit ve erkânına riâyetle tam olarak kılınır. Allah’ı anmak yalnızca namaz haline münhasır olmamalı, müslüman her halinde Allah’ı anmaktan gafil bulunmamalıdır.
105-113. âyetlerin, ibret verici bir geliş sebebi vardır. Medine yerlilerinden, Zafer oğullarından Tu’me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un dağarcığına saklayarak getirmiş, bir yahudinin evine gizlemişti. Halbuki dağarcık delikti ve bu delikten akan unlar, zırhın önce Tu’me’nin evine kadar geldiğini, sonra da yahudinin evine gittiğini gösteriyordu. Tu’me’yi sıkıştırdılar, müslüman olmasına rağmen çalmadığına yemin etti. Yahudiyi sorguya çektiler, o da «Bunu bana Tu’me verdi» dedi ve bazı yahudiler buna şahitlik ettiler. Zafer oğulları, aile namusu belâsına, gelip Resûlullah’a «Tu’me’yi berat ettirmesi» için ısrar ettiler; Hz. Peygamber de bu durum ve Tu’me’nin yemini karşısında düşündü, arkasından yukarda meâllerini okuduğumuz âyetler indi.
Yukarıda hikâyesi anlatılan Tu’me’nin taraftarları toplantılar yaparak aralarında gizli gizli konuşmuş, onu berat ettirmenin yollarını aramışlardı. Teşebbüslerine rağmen Resûlullah onun lehinde hükmetmeyince de Tu’me Mekke’ye firar ve irtidat etmişti. Daha sonra hırsızlığına devam ederken yıkılan bir duvarın altında kalarak ölmüştür.
İlgili hadislerle bu ve benzeri âyetlerin birlikte değerlendirilmesi sonunda anlaşılan odur ki, Allah Teâlâ zerre kadar iman ile ahirete intikal eden müminleri bile ya bir müddet cezalandırdıktan sonra, yahut tevbe, keffâret, iyi ameller, musibetlere sabır gibi sebeplerle, yahut da böyle bir sebebe dayanmaksızın affetmekte, bağışlamaktadır. İmansız olarak, inkâr ve şirk içinde hayatını tamamlayanları ise bağışlamayacağı bu âyetten kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
Allah’ın yarattıklarını değiştirmek, canlıların tabiî şekil ve özelliklerini değiştirmek demektir. Hayvanların gereksiz yere kulak ve kuyruklarını kesmek; kaşları, dişleri... süslenme maksadıyla değiştirmek bu kabildendir ve yasaklanmıştır. Tabiatın dengesini bozan davranış, kullanma ve teknoloji de aynı çerçeveye girmektedir.
İnsanların gerek sosyal ve ahlâkî değerleri, gerekse davranışlarına göre elde edecekleri neticeler, Allah ve Resûlü tarafından açıklanmıştır. Buna göre, kimin kimden üstün olduğu, kimin doğru yolda, kimin yanlış yolda bulunduğu... kuruntu ve temennilerle değil, ilâhî beyanla anlaşılacak; ilâhî değerler sistemine göre ölçüler tesbit edilecektir.
Peygamberler, Allah’ın elçileri olma bakımından farksız olmakla beraber bazı özellik ve imtiyazlarıyle birbirinden farklıdırlar. Bu cümleden olarak Hz. Musa’ya «kelîmullah», Hz. İsa’ya «rûhullah», Hz. Muhammed Mustafa’ya «habîbullah» denildiği gibi, Hz. İbrahim’e de «halîlullah» denilmiş ve yukarıdaki âyet bu vasıflamaya kaynak olmuştur.
Evlilikte uyum ve geçim karşılıklı fedakârlıkla olur. Ancak insanlarda kıskançlık ve bencillik meyli tabiî olduğundan herkes fedakârlığı karşı taraftan bekler. Sulh ve anlaşma iki tarafın bazı istek ve haklarından vazgeçmesi ve fedakârlık etmesi ile gerçekleşir; bu ise, geçimsizliğin sürüp gitmesinden veya ayrılmaktan daha hayırlıdır.
Birden fazla kadınla evli bulunan erkek, eşleri arasında eşit ve âdil davranmak mecburiyetindedir. Ancak bazı hususlar vardır ki bunlarda eşitliği korumak insanın tabiatına aykırıdır; meselâ iki eşi aynı derecede beğenmek ve sevmek mümkün değildir; bu sebeple de erkekler bununla mükellef kılınmamışlar, isteseler de bunu yapamayacakları kendilerine bildirilmiştir. Buna mukabil elde olan, maddi sayılabilecek haklarda, nimet ve imkânlarda adalet şarttır; beraber kalma müddeti, mesken, giyecek, yiyecek ve diğer imkânları burada örnek olarak zikretmek mümkündür.
Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse yoksulluk ve çaresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar.
Beka ve ebedîlik Allah’a mahsustur. Gerçek manada varlık da O’na aittir. Kulların vücut ve varlığı O’nun lütfu, O’nun emanetidir. Emanete hıyanet ve Allah’a isyanda ısrar edilirse bütün emanetlerin, bu arada vücut ve varlığın geri alınması kaçınılmaz hale gelir.
Âyette, insanları adaletten ayıran iktisâdî, sosyal, psikolojik sebeplerin hepsi sayılarak insanlar uyarılmış, hükmeden veya şahitlik eden kimsenin yalnızca Allah korkusunun tesiri altında hareket etmesi telkin edilmiştir.
Bunlar gönüllerinde bir türlü iman yer etmeyen, kararsızlık içinde, inkâr ile iman arasında sallanarak ömür geçiren, sonunda da inkârda karar kılan kâfirler ve münafıklardır.
Gerek milletlerarası münasebetlerde ve gerekse fertler ve topluluklar arası münasebetlerde müminler daima müminlerin yanında yer alacak, güç, kuvvet ve şerefi bu beraberlikte arayacaklardır. Kendilerini korumak veya güçlenmek için kâfirlere başvuran milletler küçüldükleri gibi, fertler de manevî değerlerinden kayıp verirler. Eğer beraberlik zaruri hale gelirse bu takdirde müminler, en azından dinleri aleyhinde konuşulurken meclisi terketmek suretiyle durumu protesto edecek, dinlerini korumak için gerekli tedbirleri alacaklardır.
Kâfirleri ve müşrikleri dost edinmeme konusu Kur’an-ı Kerim’de sık sık zikredilen ve üzerinde durulan bir konudur. Yahudi ve hıristiyanların müminlere dost olamayacağı, müslümanların da onları dost edinmemeleri gerektiği ısrarla belirtilmiştir. Zaruret sebebiyle işbirliği ve dayanışma yapılabilir; ancak bu, dostluktan farklı bir ilişkidir.
Dinin samimi bağlıları yanında hemen her zaman, menfaatleri icabı inanmış görünen, vaziyeti kurtarmak için zahiren müminlerin yanında bulunan kimseler vardır; bunlara «münafıklar» denir. Allah, dünyada değilse bile ahirette münafıkların sahte örtüsünü kaldıracak, nâmert kâfirler oldukları için onları cehennemin dibine koyacak, haklarında hiçbir şefâati kabul etmeyecektir. 146. âyet, münafıklıktan tevbe edip vazgeçenlerin üç vasfından bahsediyor ki bunlar aynı zamanda imandaki samimiyetin şart ve alâmetleridir: 1. Yalnızca sözle yetinmeyip halini düzeltmek, 2. Allah’a ve O’nun Kitap ve Sünnet’te tecelli eden iradesine sımsıkı bağlanmak, 3. Dinî hayatını insanların rızası ve dünya menfaatleri için değil, yalnızca Allah rızası için yaşamak. İşte bunlar samimi ve sağlam bir imanın tabiî neticeleridir.
Çirkin söz, arkadan çekiştirme, söz taşıma, jurnal etme, yalan, iftira... kötü sözler cümlesindendir. Bunlar insanın içinden geçebilirse de başkasına açıklamak ve söylemek caiz değildir. Bir kimse diğerine bir kötülük, bir haksızlık yaptığında bunu başkasına söylemek de kötü söze girer; ancak kötülük ve haksızlık gören kimse, ya ıslah etmek yahut da suçlunun ceza görmesini sağlamak maksadıyla bunu açıklamak mecburiyetindedir, buna izin verilmiştir.
Yahudi ve hıristiyanların, Hz. Peygamber’den olmayacak şeyler istemeleri ve bir türlü hakkı kabule yanaşmamaları karşısında Allah Teâlâ ehl-i kitabın geçmişini anlatarak bunların, başka peygamberlere de böyle davrandıklarını, daha ağır ve olmayacak tekliflerde bulunduklarını, Hz. Musa vasıtasıyle kendilerine sunulan nice delillere rağmen yine saptıklarını anlatarak Hz. Peygamber (s.a.)i hem teselli etmekte hem de azmini desteklemektedir.
Allah Teâlâ Nuh’u tufandan, İbrahim’i ateşten, Musa’yı Firavun’dan, Muhammed Mustafa’yı müşriklerin tuzağından koruyup kurtardığı gibi İsa’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış, Hz. İsa’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi İsa’ya benzeterek öldürtmüştür.
Allah, peygamberi İsa’yı yahudilerden korumuş, öldürmelerine mani olmuştur; bu kesindir. Onu kendi katına kaldırmış bulunduğu da şüphesizdir. Ancak bunun şekli ve zamanı üzerinde farklı açıklamalar ve anlayışlar vardır. Çoğunluğa göre Allah onu, kudretiyle manevî semalardaki hususi mevkiine kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir, o zaman bütün ehl-i kitap onun peygamber olduğuna inanacak bâtıl inançlarından kurtulacaklardır. Hz. İsa dünyada kaldığı müddetçe Kur’an ile hükmedecek, haç, domuz vb. ile ilgili bâtıl uygulamalara son verecektir. Bir başka anlayışa göre Allah onu yahudilerden korumuş, eceli gelince onu vefat ettirmiş ve ruhunu semadaki yerine kaldırmıştır. Kıyametten önce gelecek olan da onun ruhudur. Ehl-i kitaptan olanlar, ölümlerinden önce gerçeği öğrenip inanacaklar, fakat bunun faydası olmayacaktır. Bu anlayış üçüncü sûrenin 54-56. âyetlerine dayandırılmıştır.
Peygamber kendisine vahiy gelen büyük insandır. Bu vahyi insanlara tebliğ ile mükellef olanlarına elçi manasında «resûl» denir. Vahiy Allah’ın kullarına, dilediğini söylemesi ve bildirmesi için seçtiği özel bir iletişim yoludur. Melek aracılığı ile olduğu gibi aracısız da olabilir. Vahye mazhar olan peygamber kendisinde, Allah’tan olduğunda asla şüphe etmediği bir bilgi ve aydınlanma bulur. Âyette geçen «torunlar»dan maksat Yakup peygamberin çocukları ve torunlarıdır.
Hadislerde yüzbinlerce peygamber gelip geçtiği bildirilmiştir. Bu âyet de sayı vermeden aynı gerçeği dile getirmektedir. Buna göre yeryüzünde insanların bulunduğu yerlere her zaman, ilâhî mesajı ulaştırmak üzere çok sayıda peygamberin gönderildiği anlaşılmaktadır.
Hıristiyanlar bir türlü Allah’ın birliği (tevhid) inancına gelememiş, Allah ile peygamberini birbirinden ayıramamışlardır. Hz. Musa ve Hz. İsa, ehl-i kitaba tevhid inancını getirdiği halde, sonradan sapan bu toplumlar Hâtemü’l-enbiyâ’nın sağlam ve aydınlatıcı açıklamalarına rağmen, çoğu itibariyle, gerçeği kabul etmemişlerdir. Hıristiyanlar: «Allah, baba, oğul ve rûhu’l-kudüs’ten ibaret olmak üzere üçtür», yahut «Allah üç unsurdan meydana gelmiştir, bunların üçü de birbirinin aynıdır, her biri tam ilâhtır ve üçü birden bir tek tanrıdır» diyerek çelişkiye düşerler. 171-172. âyetler onları, gerçek Allah inancı üzerinde aydınlatmak üzere gelmiştir. Âyette Hz. İsa için «Allah’tan bir ruh» ve «Allah’ın kelimesi» denilmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyetlerinde ikinci vasıf açıklanmış, bundan maksadın, Allah’ın «Ol» demesinden ibaret bulunduğu bildirilmiş, Hz. İsa’nın mûcizevi bir şekilde yaratıldığı beyan edilmiştir. Meryem sûresinin 17. âyetinden itibaren de birinci vasıf açıklanmış, «Rûh»un, Cebrail olduğuna işaret edilmiştir.