Bedir savaşına çıkarken müslümanların bir kısmı huzursuz idiler. Bazıları da ganimetlerin bölüştürülmesinde hoşnutsuzluk gösterdiler. Allah Teâlâ onların bu durumunu öncekilerin hoşnutsuzluk durumlarına teşbih ederek şöyle buyurdu:
Hicretin ikinci yılında Mekke müşrikleri, Ebu Süfyân’ın başkanlığında bir ticaret kervanını Şam’a gönderdi. Resûlullah (s.a.) kervanın dönüşünü haber alınca, daha önce kendilerini yurtlarından çıkarmış olan Kureyş’in bu kervanını vurmak istedi ve üçyüzden fazla arkadaşıyla yola çıktı. Fakat durumdan haberdar olan Ebu Süfyân, bir taraftan kervanı kurtarmaları için Kureyş’e haber göndermiş, diğer taraftan da yolunu değiştirerek kervanı kurtarmıştı. Müşrikler bin kişilik bir ordu ile yola çıktılar. Müslümanlar artık kervanla değil Kureyş cengâverleri ile karşılaşacaklardı. Ashaptan bir kısmı, «Biz kervanı yakalamak için çıktık, böyle bir savaşa hazırlıklı değiliz» diyerek çekingenlik gösteriyorlardı. Neticede savaşma hususunda ittifak ettiler ve gerçekten de zafer müslümanların oldu.
Resûlullah (s.a.) kendi arkadaşlarının azlığını, müşriklerin de çokluğunu görünce, kıbleye yönelerek iki elini uzattı ve şöyle dua etti: «Allah’ım! Bana verdiğin sözü yerine getir. Allah’ım! Bu cemaatı helâk edersen artık yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak!» Resûlullah (s.a.) bu duayı devamlı olarak okudu. Allah Teâlâ da onun duasını kabul ederek bin melek ile yardım etti. İşte bu âyette buna işaret edilmektedir.
Kureyş ordusu daha önce gelip Bedir kuyusu çevresinde yerleşmişti. İslâm mücâhitleri ise susuzdu. Aynı zamanda tuttukları mevki de çok kumluk olduğundan serbestçe harekete imkân vermiyordu. Yağan yağmur hem onların kalbindeki bazı vesveseleri giderdi, morallerini yükseltti hem de su ihtiyaçlarını karşıladı. Ayrıca kumluk bir yer olan savaş alanını pekiştirerek harekete elverişli bir duruma getirdi.
Kureyş ordusu, müslümanlarla savaşmak için ilerleyince Resûlullah (s.a.) ellerini kaldırarak: «Allah’ım! Kureyş, senin Resûlünü yalanlayan kibirli liderleriyle geldi. Allah’ım! Bana verdiğin sözü yerine getirmeni diliyorum!» diye dua etti. Ve iki topluluk karşılaşınca yerden bir avuç toprak alıp düşmanın yüzlerine doğru serpti. Kureyş ordusunun gözleri görmez oldu ve sonunda bozguna uğradılar. İşte bu âyette bu atışa işaret edilmekte, onu atanın gerçekte Allah olduğu bildirilmektedir. Çünkü bu bir mucize idi ve Peygamber, onu atarken kendi adına değil, Allah adına atmıştı.
Bu âyetler, Allah Resûlünün sözlerini işitip de ehemmiyet vermeyen kimselere ihtardır. Bunlar zahirde işittiklerini gerçek manada işitmedikleri için söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir. Bunlarda hayır istidadı yoktur. Eğer hayra kabiliyetleri olsaydı, Allah onlara sözlerinin gerçek manasını işittirirdi.
İnsanlara hayat verecek şey Allah ve Resûlünün emir ve yasaklarıdır. Şüphesiz ki O’nun her emrinde bir hikmet ve hayat vardır. Onun için O’ndan gelen her emri kabullenmek ve yerine getirmek gerekir. Âyette «Allah kişi ile kalbi arasına girer» buyuruluyor. Bu durumu tasvirden âciziz. Ancak başka bir âyette «Biz insana şah damarından daha yakınız» buyurulmuştur. Allah insanın kabiliyetine göre kalbini dilediği tarafa çevirir. Peygamberimiz şöyle dua ederdi: «Ey kalbleri çeviren Allah! Benim kalbimi senin dinin üzerinde sabit kıl!»
Medine’de bir yahudi kabilesi olan Kurayza oğulları bir savaşta, Peygamber’le daha önce yapmış oldukları antlaşmayı bozarak müttefik müşrik ordularına yardım ettiler. Müşrik Arap orduları çekilip gittikten sonra Resûlullah onların kalelerini kuşattı. Barış isteklerini de reddetti. Yalnız seçecekleri bir hakemin vereceği hükme razı olacağını bildirdi. Yahudiler de hakem olarak Sa’d’ı seçtiler. Sonra da Sa’d’ın vereceği hüküm hakkında bir fikir edinmek üzere Ebu Lübâbe ile konuşmak istediler. Ebu Lübâbe gitti. Sa’d’ın hükmünün ne olacağını ona sordular. O da yahudilerin kesileceklerine işaret olarak boğazını gösterdi. İşte bu âyet Ebu Lübâbe’nin bu davranışına işaret ederek onu kınamaktadır. Bunun üzerine Ebu Lübâbe, kendisini mescidin direğine bağlayıp, ölünceye, ya da Allah tarafından affedilinceye kadar yeyip içmeyeceğine dair yemin etti. Yedi gün sonra bayılıp düştü. Bunun üzerine affedildiğine dair bir âyet indi.
Rivayet edildiğine göre, müşriklerin bazı erkek ve kadınları Beytullah’ı çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Tavaf esnasında parmaklarını birbirine kenetleyip ağızlarına götürerek ıslık çalıyorlar, bir taraftan da ellerini çırpıyorlardı. Bu da iddialarına göre onların duası idi. İşte bu âyette müşriklerin bu durumlarına işaret edilmektedir.
Bedir ve daha sonraki savaşlarda müşrikler bütün servetlerini ortaya koyarak İslâm’ı mağlûp etmeye yeltenmişler, fakat sonunda hepsi perişan olmuşlardır.
Âyette zikredilen Peygamber’in akrabaları hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Şâfiî’ye göre Hâşim ve Muttalip oğullarıdır; bir görüşe göre de sadece Hâşim oğullarıdır; diğer bir görüşe göre zekât almaları helâl olmayan akrabalardır, bir başka görüşe göre ise bütün Kureyş kabilesidir. Savaşta alınan ganimetler beşe bölünür. Beşte biri âyette sayılanlara tahsis edilir. Kalan da savaşa katılan gazilere taksim edilir.
Bu âyet-i kerimenin işaretine göre savaş anlarında daima Allah’a dua etmek gerekir. Kulları, Allah’ı anmaktan alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Özellikle sıkıntılı anlarda doğrudan doğruya ona sığınmak gerekir.
Bedir Savaşı’ndan önce Şam’dan dönen ticaret kervanının reisi Ebu Süfyân, müslümanlardan gelmesi beklenen tehlikeyi atlatınca Kureyş ordusuna geri dönmeleri için haber gönderdi, fakat Ebu Cehil, «Andolsun ki, Bedir’e varıp da orada şaraplarımızı içmedikçe, câriyeler karşımızda çalgılar çalıp şarkı söylemedikçe ve yanımızda bulunan Arapları doyurmadıkça geri dönmeyeceğiz» dedi. Gerçi Bedir’e gelmekle bir yiğitlik gösterdiler ama zafer şarabı yerine ölüm kadehlerini yudumladılar; câriyeler şarkı söyleme yerine ağlaştılar; Arapların aç karnını doyuracak yerde, onlar için acıkmış cehennem çukurlarını doldurdular. İşte bu âyette Allah Teâlâ müminlere, onlar gibi olmamayı, takvâ sahibi olmayı ve Allah’a dayanıp güvenmeyi emretmektedir.
Bunlar Kurayza oğulları olarak tanınan yahudi kabilesidir. Peygamber (s.a.) onlarla, aleyhinde hareket etmemek üzere antlaşma yaptığı halde müşriklere silah yardımında bulundular. Sonra, unuttuk, diyerek özür dilediler. Tekrar antlaşma yapıldı, yine bozup Hendek savaşında müşriklerle birleştiler. Nihayet Ka’b b. Eşref, Mekke’ye giderek müslümanlar aleyhinde Mekkelilerle ittifak yaptı.
Bu âyette Allah Teâlâ düşmana karşı kuvvet hazırlamamızı emretmektedir. Bu kuvvetten maksat, savaşta düşmana üstünlük sağlayacak her çeşit vasıtadır. Kara, hava ve deniz kuvvetlerine ait bütün vasıta ve silahlar, kara ve demir yolları, ekonomik güç ve savaş tekniği gibi şeyler bu kuvvet mefhumuna dahildir.
Medineli Evs ve Hazrec kabileleri arasında sonu gelmeyen müthiş bir düşmanlık vardı. Aralarında kanlı savaşlar olmuş ve her iki tarafın ileri gelenlerinden birçoğu ölmüştü. Uzun zaman birbirlerinden intikam almak için uğraştılar. Allah onları İslâm ile şereflendirince intikam alma duygusunu da onlardan kaldırdı, birleştiler, kucaklaştılar ve kaynaştılar. İşte 63. âyette bu ve benzeri kaynaşmalara işaret edilmektedir.
İlk zamanlarda müslümanların sayısı azdı, bir kişi on kişiye karşı savaşmak mecburiyetinde idi. Sayıları çoğalınca Allah Teâlâ yüklerini hafifletti, bir müslümanın iki kâfire karşı savaşması emrolundu ve sabır gösterdikleri takdirde galibiyetin kendileri için olacağı ifade edildi.
Bedir savaşında müslümanlar 70 kâfiri esir almışlardı. Resûlullah (s.a.) bu esirler hakkında ne gibi bir işlem yapılacağına dair arkadaşları ile görüştü. Neticede fidye alınarak serbest bırakılmalarına karar verildi. Bunun üzerine 67. âyet nâzil oldu.
Savaşın hedefi zaferdir. Fidye karşılığı geri vermek maksadıyla düşman askerlerini esir almaya çalışmak zaferi olumsuz yönde etkileyecekse bununla meşgul olmamak gerekir.
Rivayete göre bu âyet, Hz. Peygamber’in amcası olup Bedir savaşından sonra müşrik esirler arasında bulunan Abbas hakkında inmiştir.
Hz. Peygamber, Abbas’a hem kendisi, hem de iki kardeşinin çocukları olan Akîl ve Nevfel için fidye teklif etmiş; Abbas ise, fakir olduğunu söylemiş ve «Ömrüm boyunca Kureyş’e el açıp dileneyim mi?» demişti.
Hz. Peygamber, «Bedir savaşına katılırken Ümmü Fâzıl’a emanet ettiğin altınlara ne demeli?» deyince Abbas, Hz. Peygamber’in bunu bilmesine hayret etmiş ve Resûlullah’ın Peygamberliğini tasdik etmişti.
Bu âyete göre muhacirler ve ensar, akraba olmadıkları halde birbirlerine vâris olurlardı. Daha sonra sadece akraba olanların birbirlerine vâris olabileceğini bildiren 75. âyet inince, bazı tefsircilere göre bu âyetin hükmü kaldırılmış oldu.