Bazı tefsirlerde, ikinci ve üçüncü âyetler arasında şöyle bir mana alâkası kurulmuştur: Ey Nuh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin nesli! Benden başkasını, dayanılıp güvenilen bir rab edinmeyin. Gerçekten Nuh, çok şükreden bir kul idi.
Tefsirlerde, bu güçlü kuvvetli kulların, Nînevâlı Sencârib, Babilli Buhtünnasr veya Câlût’un orduları olduğu, bunların, Tevrat’ı ve Mescid-i Aksâ’yı yaktıkları, İsrailoğularının âlimlerini öldürdükleri ve 70.000 kadar esir aldıkları rivayet edilmekte, bütün bu musibetlere sebep teşkil etmiş olan İsrailoğullarının ilk fesadının ise Zekeriyya’yı öldürmeleri ve Ermiyâ’yı hapsetmeleri olduğu belirtilmektedir.
Tefsirlerde, İsrailoğullarının ikinci musibete uğramalarının sebebi olan diğer fesat hareketlerinin, Hz. Yahya’yı öldürmeleri ve Hz. İsa’yı öldürmeye teşebbüs etmeleri olduğu belirtiliyor.
Bu âyet, insanın önemli bir psikolojik yönüne işaret etmektedir: Gerçekten biz insanlar, öfkelendiğimiz, sıkıldığımız ya da bir güçlükle karşılaştığımızda, öfkelendiklerimiz için beddua eder; güçlüklerden sabır ve metânetle kurtulmak için çaba harcayacağımız yerde, acelecilik göstererek tezden kurtulmak isteriz. Bu olmayınca da, ümitsiz ve kötümser bir ruh haleti içinde, «Allah’ım, canımı al da, beni bu sıkıntıdan kurtar!» gibi sözlerle kendimiz için beddua ederiz ki, bunlar doğru değildir.
Bu dünyada, gerek çevrenin olumsuz şartları, gerekse insanın birçok kötü arzu ve ihtirasları, onun kalp ve basîretini bağlayabilmekte, iyilik ve kötülükleri görmesini önleyebilmektedir. Buna karşılık, bu âyete göre, ahirette insan sözkonusu olumsuz âmillerden kurtulacağı için kendi hesabını bizzat kendisi yapacak, dünyadaki amellerinin değeri hakkında hüküm verecek ve kendisini ibrâ veya mahkûm edecek bir ruh olgunluğuna ulaşacaktır.
Âyetin baş kısmı, müfessirler tarafından şöyle de anlaşılmıştır: Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin varlıklı ve şımarmış kişilerini çoğaltırız. Bu suretle onlar kötülük işlerler; böylece o ülke helâke müstahak olur.
20. âyet, gerek dünya gerekse ahiret nimetleri bakımından Allah’ın lütfunun sınırsızlığını ifade etmekte; servet, mevki, sağlık ve yaşayış güzelliği bakımından insanlar arasındaki farkların, ilâhî takdirin bir gereği olduğunu, binaenaleyh, bu dünyada mutlak eşitliğin im-kânsızlığını ortaya koymaktadır. Bunun yanında, 21. âyetten anlıyoruz ki, ahirette de insanlar eşit durumda olmayacaklar, aksine, insanların dünyada yapmış oldukları işlere göre ahirette derece farkları daha da büyük olacaktır. Ancak, 18. âyetten de anlaşılacağı üzere, para ve mevki gibi dünyevî imkânlar, Allah nezdinde mutlak bir değer ifade etmediği için, dünya hayatını sırf bunların peşinde koşarak geçirenler, ahirette üstün derecelere ulaşmak hakkını kaybetmiş olacaklardır.
Rivayete göre Bilâl, Suheyb, Sâlim, Mehca’ ve Habbab gibi yoksul sahâbîler, Hz. Peygamber’in yardımı ile geçinirlerdi. Resûlullah (s.a.), onlara verilecek bir şeyleri olmadığı zaman, mahcubiyetinden ötürü söyleyecek bir söz bulamaz, yüzünü başka tarafa çevirir, fakat onların ihtiyaçlarını gidermek için Cenab-ı Hakk’ın kendisine imkân vermesini dilerdi. İşte bu âyet-i kerimede, Resûlullah’a bu gibi insanlara bir şeyler veremeyecek bile olsa, hiç olmazsa «Allah, bize de, size de bol rızık versin», «Allah sizleri mesut ve müreffeh kılsın» gibi sözlerle onların gönüllerini alması gerektiği hatırlatılmaktadır.
Bu âyette «zina etmeyin» denilmeyip de «zinaya yaklaşmayın» buyurulması ilgi çekicidir. Buna göre yalnız zina değil, kişiyi zina etmeye sevkeden yollar da yasaklanmıştır. Esasen bir kere bu yollara tevessül edildikten, yani insanı zina etmeye zorlayan ve cinsî arzuları kabartan bir ortama girdikten sonra, artık, bu arzuların ağır baskısı karşısında iradenin gücü oldukça yetersiz kalır ve zinadan korunmak son derece güçleşir. İnsanın bu psikolojik zafını dikkate alan Kur’an-ı Kerim, prensip olarak insanı kötülüklere sevkedici sebepleri ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Buna sedd-i zerîa prensibi denir.
Müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduğuna inanırlar, erkek çocukların ise kendilerine verildiğini iddia ederler, bundan dolayı gururlanırlardı. İşte âyet-i kerime, onların bu düşüncesini reddetmekte, çocuklar arasında cinsiyetlerine göre böyle bir değer ayırımı yapılmasını kabul etmemektedir.
Âyetin son kısmı müfessirler tarafından iki şekilde manalandırılmıştır:
a) «...O takdirde onlar, Arş’ın sahibi olan Allah’a üstün gelmek için çareler arayacaklardı.»
b) «...O takdirde onlar, ululuğunu ve kudretini bildikleri Arş’ın sahibi olan Allah’a yakınlaşmak ve O’na itaat etmek için çareler arayacaklardı.»
Tabiat ilimlerindeki inkişaf, bu âyetin açıklanmasına yardımcı olmuştur. Nitekim, önceleri cansız ve hareketsiz olduğu sanılan varlıklar da dahil olmak üzere, bütün eşya atomlardan meydana gelmiştir. İşte atom çekirdeklerinin etrafındaki elektronlar, sürekli ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında dönmektedirler ki, belki de onların bu dönüşleri ve böylece, ilâhî kanuna, en ufak bir sapma göstermeksizin boyun eğmeleri, Kur’an-ı Kerim tarafından Allah’ı tesbih olarak ifade edilmiştir.
Müfessir Beyzâvî, bu âyetin son cümlesini şöyle açıklamıştır: «Biz, kâfirleri imana zorlama işini sana havale etmedik. Seni, sadece Allah’ın rahmetini müjdeleyici ve azabından sakındırıcı olarak gönderdik. Bu sebeple inanmayanlara tolerans göster.»
Müfessirlerin beyanına göre, Hz. Muhammed’in peygamberliğine itiraz edenlere karşı, Allah Teâlâ, herkesin halini, kimlerin imana ve iyi davranışlara daha lâyık, kimlerin inkârcılığa ve kötü yaşayışa müstehak olduğunu, ayrıca kimin peygamberliğe ehil olduğunu en iyi bilenin ancak kendisi olduğunu belirtmek üzere şöyle buyurmuştur:
Peygamberlerin kendi aralarındaki bu derece farkı, maddî ve bedenî yönden olmayıp ruhî ve mânevî fazilet ve kabiliyetler yönündendir. Nitekim, Hz. Davud’a Zebur’un gönderildiğine işaret buyurulmakla bu husus teyit edilmiştir.
Müfessirlerce tercih edilen yoruma göre, âyetteki «helâk»ten maksat, alelâde ölüm, «azap»tan maksat ise, katledilmek veya çeşitli musibetlere maruz kalmak suretiyle ölümdür.
Burada «âyet»ten maksat, kâfirlerin, keyiflerine göre gösterilmesini istedikleri mucizelerdir. Nitekim, Abdullah b. Abbas’ın rivayetine göre Mekke müşrikleri, Resûlullah (s.a.)tan, Safa tepesini altın ve gümüş yapmasını istemişlerdi. Âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, daha önceki kavimler de bu tür mucizeler istemişlerdi ki, onların asıl maksadı, inanmak değildi. Allah Teâlâ, onların, peygamberlerinden istediği bu mucizeleri tahakkuk ettirmiş, fakat iman etmedikleri için de onları helâk etmişti. Bu, Allah’ın bir kanunudur. Eğer Hz. Peygamber de, müşriklerin istedikleri bu nevi mucizeleri göstermiş olsaydı, -ki, onlar yine de inanmayacaklardı- o takdirde geçmiş kavimler gibi onlar da helâk olacaklardı. Nitekim bu âyette Sâlih Peygamber’in kavmi Semûd’un isyankâr tutumuna değinilmekte ve mucizeden maksadın korkutmak olduğu tasrih edilmektedir ki, ancak bu takdirde mucize imana vesile olabilir ve beklenen faydayı sağlayabilir.
Müfessirlerin ekseriyetine göre, âyetin, «görüntüler» ile tercüme edilen «rü’yâ» kelimesi, Hz. Peygamber’in Mi’rac gecesindeki müşahedeleridir. «Kur’an’da lânetlenen ağaç» ise, cehennemdeki «zakkum ağacı»dır.
Görüldüğü gibi bu âyette Allah Teâlâ, insanoğluna lütuf ve ikramının bir özetini vermekte ve onun âlemdeki özel yerine işaret etmektedir. Müfessirlere göre insanın şan ve şerefi ve diğer varlıklardan üstünlüğü; Allah’ın ona verdiği beden güzelliği, el, göz, kulak gibi organlarını daha becerikli bir şekilde kullanması, konuşabilmesi, gülüp ağlayabilmesi, okuyup yazması, başka birtakım varlıkları kendi hizmetinde kullanması, âletler icad etmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç alâkasını görmesi ve bu sayede geleceğe yönelik programlar ve hazırlıklar yapması, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin kavramlarına sahip olması; kısaca, maddi ve bedenî, ahlâkî ve ruhî meziyetleri haiz olmasıdır.
Bu âyette, amel defterleri sağından verilenlerin durumundan bahsedildiği halde, solundan verilenlere değinilmemiştir. Bu konuda Beyzâvî şöyle diyor: «Yukarıdaki âyet göstermektedir ki, amel defterleri solundan verilenler, onun muhtevasına muttali olduklarında kendilerini utanç ve hayret bürür; o kadar ki, dillerinde defterlerini okuyacak mecal kalmaz. Bu yüzden Cenab-ı Hak, onlar hakkında şöyle buyurmakla yetinmiştir:»
Nitekim, Hz. Muhammed (s.a.)i Mekke’den çıkmaya mecbur bırakan müşrikler, daha sonra müslümanlarla yaptıkları savaşlar sonucu bir hayli yıpranmışlar; nihayet, Mekke’nin müslümanlar tarafından fethedilmesi üzerine Mekke’ye hâkimiyetleri son bulmuş ve böylece Kur’an’ın verdiği bu mucize haber tahakkuk etmiştir.
Müfessirlere göre bu âyet, beş vakit namazı ifade etmektedir. Şöyle ki: Güneşin dönmesi, yani zeval vaktinden sonra öğle ve ikindi namazı, güneşin batmasından sonra akşam ve yatsı namazları vardır. Sabah namazı ise ayrıca zikredilmiş ve bu namazın şahitli olduğu belirtilmiştir. Çünkü, tefsircilerin beyanına göre, gece melekleri ile gündüz melekleri sabah namazında buluşur, hep birlikte bu namazın kılındığına şahit olduktan sonra gündüz melekleri kalır, gece melekleri ise semaya yükselirlermiş.
Mümin, Kur’an’dan feyz almasını bildiği, bu maksatla okuduğu, dinlediği için, Kur’an âyetleri kendisine şifa ve rahmet vesîlesidir. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi onun hastalığını artırdığı gibi, zalimin Kur’an’dan uzak durması da onun hüsranını artırır.
Bu âyet, insan için ruhun mahiyetini kavramanın imkânsız olduğunu ifade etmektedir. Nitekim «Ruh’un mahiyeti» problemi, asırlardır insanlığı en çok düşündüren konulardan biri olmakla beraber, halen meseleye nihaî bir çözüm getirilmemiştir ve öyle görülüyor ki, bundan sonra da getirilemeyecektir.
Müfessirler, bu âyette, insanlara çeşitli şekillerde açıklandığı bildirilen «misal»in «mana» anlamına geldiğini belirtmişler; ayrıca hükümler, vaad, sakındırma ve geçmiş kavimlerin hikâyeleri gibi anlamlara gelebileceğine de işaret etmişlerdir.
Şu halde, inkârcıların peygamberlere iman etmemelerinin bir sebebi de onların bir beşer olması, yani kendileri gibi bir insan olması idi. Halbuki onlar, peygamberlerin, insanüstü bir varlık olması gerektiğini sanıyorlar; Allah Teâlâ’nın, peygamberi insanların kendi cinslerinden göndermesindeki hikmeti kavrayamıyorlardı. Cenab-ı Hak, onların bu iddialarına şöyle karşılık veriyor:
Allah Resûlü, «Ben sadece bir beşer peygamberim» deyince kâfirler: «Öyleyse senin peygamberliğine kim şahitlik edecek?» dediler, bunun üzerine 96. âyet indi.
Bir sahabî Allah Resûlü’ne: «Ey Allah’ın Resûlü! Kâfirler yüzleri üstüne mi haşredilecekler?» diye sorduğunda, Resûlullah: «Onu iki ayağı üstünde yürüten kıyamet günü yüzüstü yürütmeye de kadir olamaz mı?» buyurdu. Bu haber Katâde’ye ulaştığında o da: «Evet, izzetine yemin olsun ki, Rabbim buna kadirdir» demiştir.
Müfessirler, meâlde geçen «âyet» kelimesinin, ya «mucize» veya «Tevrat âyeti» demek olduğunu belirtmişlerdir ki, birinci anlayışa göre Hz. Musa’ya verilmiş olan bu dokuz mucizeyi ashâptan İbn Abbas şöyle sıralamıştır: Yılanlaşan asâ, ışık veren el, çekirge, ekin böceği, kurbağa, kan, taştan su fışkırması, denizin yarılması ve Tûr dağının İsrailoğullarını korkutması. İkinci anlayışa göre, tefsirlerde bu dokuz âyet şöyle sıralanmıştır: Allah’a eş koşmayın. Haksız yere adam öldürmeyin. Zina etmeyin. Faiz yemeyin. Büyü yapmayın. Suçsuz insanı, öldürmesi için sultana teslim etmeyin. İsraf etmeyin. Namuslu kadınlara iftira atmayın. Savaştan kaçmayın.
Kur’an’ın indirilmesinden önce «kendilerine ilim verilmiş olanlar» daha önce indirilen kitapları okuyup vahyin ne olduğunu bilenler, peygamberlik alâmetlerini öğrenen ve hak ile bâtılı ayırdedecek bir güce sahip bulunmuş olanlar ya da Hz. Muhammed’in peygamberliğini önceki kitaplarda anlatılan sıfatlarından anlamış olanlardır.