Nitekim, 7-8. âyetlerden de anlaşılacağı üzere eskiden insanlar, taşıma aracı olarak yalnızca büyük ölçüde hayvan gücünden yararlanmış oldukları halde, zamanla ve özellikle son asırda nakil vasıtaları, gerek çeşit, gerekse sürat bakımından akıllara durgunluk veren bir gelişme göstermiştir. İşte yukarıdaki âyetin «Allah, şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır» meâlindeki ifadesi ile bu gelişmeye işaret etmektedir ve şüphesiz bu gelişme, Allah’ın insanlara en büyük lütuflarından biridir.
Sûrenin başından buraya kadar sıralanan âyetlerin çoğu, insanı, etrafını çevreleyen tabiî varlık ve olaylar üzerinde düşünmeye, araştırmaya ve esrarına vâkıf olmaya çağırmakta, böylece, bir yandan bu âlemde hizmetine sunulan bu varlık ve olaylar hakkında daha çok bilgiler edinip bunların sağlayacağı imkân ve nimetlerden en güzel şekilde yararlanmaya teşvik etmektedir. Bu insanın dünyevî terakkisi için gereklidir; diğer yandan, kâinattaki incelikleri, hârikaları mümkün olduğunca müşahede etmek yoluyla, bu nizamın kurucusu olan Ulu Allah’ın varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu sezmeye, böylece güçlü bir imana sahip olmaya sevketmektedir. Bu da insanın ahiret mutluluğu için gereklidir.
Zira sapanla saptıran ortaktırlar; birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Öyleyse günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir.
«Saptırmanın bilgisizce olması» saptırılana dönük bir keyfiyettir. Yani uydukları yolun sapıklık olduğunu bilmeden sapmışlardır, demektir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini, ihlâsla beraber, doğrunun tesbiti için gayret sarfetmenin gerekli olduğunu gösterir.
Allah Teâlâ, sûrenin başından buraya kadar, kendisinin varlığı ve birliğine, ibadete lâyık olduğuna dair bir çok delil sıraladıktan sonra, inanmayanların durumlarını ve neticede gidecekleri yerleri ve bu yerlerin kötülüğünü belirtti. Buna karşılık, bundan sonraki âyetlerde de iman edenlerin durumları ve varacakları yerin iyiliği ve güzelliği anlatılacaktır.
Bazı tefsirlerin nakline göre hac mevsiminde Arap boyları Mekke’ye heyetler göndererek Hz. Muhammed hakkında bilgi toplarşlardı. Bir heyet yetkilisi geldiği zaman müşrikler ona mani olmak istemiş ve dönmesini emretmişlerdi. Ayrıca, «Onunla görüşmemen senin için daha hayırlı olur» demişlerdi. O da «Eğer ben Muhammed hakkında bilgi almadan kavmime dönersem çok kötü bir temsilci olurum» demiş, Allah Resûlü’nün arkadaşlarına onun durumunu sormuştu. Onlar da, «O bize hayır getirmiştir» diye karşılık vermişlerdi. Âyet bu olaya değinmektedir.
41. ve 42. âyetlerde bildirilenler, başta Resûlullah (s.a.) olmak üzere Kureyş’in zulmü yüzünden hicret eden müslümanlardır. Gerçekten bu muhacir müslümanlar, yurtlarını terketmenin verdiği geçici sıkıntılardan kurtulduktan sonra, yüce Peygamber’in önderliğinde din ve dünya hayatı bakımından düzenli, huzurlu ve kısa zamanda küfür tarafını altedecek kadar güçlü bir toplum meydana getirmişlerdi.
Yani gölgesi bulunan eşyanın gölgeleri bile sahiplerinin hükmünde değil, Allah’ın emri altındadır. Sahibi ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gölge Allah Teâlâ’nın emri ve takdiri doğrultusunda ışığın geldiği noktaya ters istikamette düşer ve onun değişmesini takip eder. Aynı zamanda gölge ışığın bir eseri de değildir. Ancak Allah’ın bir kanunu gereğidir. Dolayısıyla eşyanın gölgelerinde bile hüküm ve tasarruf Allah’ındır.
İslâm’dan önce bazı Araplar, ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını Allah ile putları arasında bölüştürürler ve «Bu Allah’ın payı, bu da tanrılarımızın payı» derlerdi. Allah için ayırdıklarını misafirlere ve fakirlere harcarlar, tanrıları için ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak âyin vb. şeylere harcarlardı. 56. âyette buna işaret edilmektedir.
Huzâa ve Kinâne kabileleri: «Melekler, Allah’ın kızlarıdır» diyorlardı. Halbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. 57-59. âyetler onların kız çocuklarına karşı takındıkları tavrı tasvir etmektedir.
Âyette geçen «seker» kelimesi, sarhoşluk veren şey, yani içki demektir. Bu âyet Mekke’de inmiştir ki, henüz o zaman içki haram kılınmış değildi. Bununla beraber burada içkinin «güzel rızık»tan ayrı zikredilmesi, Kur’an-ı Kerim’in daha o zaman dahi içkiyi hoş bir şey saymadığını gösterir. Böylece bir bakıma içkinin iyi bir rızık olmadığına dolaylı olarak işaret buyurulmuştur. Bundan sonra, sırasıyla, içkide -bazı zahirî faydalar yanında- büyük bir kötülük bulunduğunu (Bakara, 219), sarhoş olarak namaz kılmanın haram olduğunu (Nisâ, 43) ve nihayet içkinin şeytanın işlerinden bir murdar olduğunu bildiren ve içki içmeyi yasaklayan (Mâide, 90-91) âyetler gelmiştir.
Allah Teâlâ bu âyette bir benzetme yapmıştır. Hürriyetine sahip olmayan köleler ile güzel bir rızık ile rızıklandırıldıktan sonra, onu fakir ve yoksullara harcayan hür ve zengin kimseler eşit olur mu? Elbette bunlar eşit olmazlar. İşte bunun gibi, Allah’tan başkasına tapanlar da taptıkları şeylerin köleleri durumundadırlar.Yalnızca Allah’a ibadet eden müminler ise hür kimselerdir. Onlar Allah’tan başka hiçbir gücün karşısında eğilmezler. Elbette ki bu iki gurup da eşit değildir.
«Siz hiçbir şey bilmezken» ifadesi için yapılmış izahlar vardır: 1. Siz babalarınızın sulbünde bulunduğunuz sırada sizden alınan misakı bilmezken. 2. Sizin için hükmedilen iyi veya kötü kaderi bilmezken. 3. Menfaatlerinize olan şeyleri bilmezken.
İmam Suddî’ye göre âyette zikredilen «Allah’ın nimeti» Allah Resûlü’nün peygamberliğidir. Bunu, kendilerine gösterilen bunca mucizelerle tanıdıkları halde inatları yüzünden yine de inkâr ederler. İşte onlar Allah’ın adını ettiği bu ve benzeri nimetleri çok iyi bilirler, hatta onların Allah’tan olduğunu da kabul ederler. Fakat ibadete gelince, Allah’ın emirlerini değil kendi kötü nefislerinin emirlerini dinlerler. Bu âyet, ilim ve akıl sahibi olmak ile iman etmenin aynı şeyler olmadığını, imanın her şeyden üstünlüğünü ifade eder.
Allah Teâlâ bu âyette dünya nizamını sağlayan üç esası emrediyor; buna karşılık üç çirkin davranışı da yasaklıyor. Emrettiği esaslar: Adalet, ihsan ve akrabaya yardımdır. Yasakladıkları ise: Fuhuş, münker ve zulümdür.
Adalet: Her şeyi tam olarak yerine getirmek, herkesin hakkını vermek ve ölçülü davranmak demektir.
İhsan: İyilik etmek, hayır yapmak, bağışta bulunmak ve emredilen şeyi gerektiği gibi yerine getirmek demektir. İbadette ihsan: Allah’ı görür gibi ibadet etmektir.
Akrabaya yardım: Uzak ve yakın akrabaya iyilik etmek, ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara karşı iyi davranmak demektir.
Fahşâ: Yalan, iftira ve zina gibi söz veya fiille işlenen günah ve çirkinliklerdir.
Münker: Şeriat ve aklıselimin beğenmeyip fena kabul ettiği iş ve davranış demektir.
Bağy: İnsanlara karşı üstünlük iddia edip onları, zulüm ve baskı altında yaşatmak demektir. İşte Allah Teâlâ bu üç kötü şeyi de yasaklamıştır.
Allah Teâlâ, Kur’an okumak isteyen kimseye, önce şeytanın şerrinden Allah’a sığınmasını emretmektedir. Bu sığınma «Eûzü billâhi mineşşeytanirracîm» demekle olur. Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım demektir.
Rivayete göre şiddet ifade eden bir âyet gelince kâfirler: «Muhammed bugün emrettiğini yarın yasaklayarak ashabıyla alay ediyor» diyorlardı. Bu âyet onlara bu konuda cevap teşkil eder. Nesh ve değiştirme, kulların maslahatına, ihtiyaçlarına göre Allah’ın bir lütfu olarak gerçekleşir. Bu durum, bir doktorun hastasına, tedavinin seyri boyunca bir ilaç vermişken değiştirip başka bir ilaç vermesine benzer. Binâenaleyh bir âyetin neshedilip yerine başka bir âyetin gönderilmesi, Allah’ın «ilim» sıfatına bir eksiklik getirmez, bilâkis «hakîm» olmasının bir eseridir.
Müşrikler, insanları şüpheye düşürmek ve onların kalplerini çelmek maksadıyla, Kur’an’ı Peygamber’e Rum ve Hıristiyan dinine mensup Cebrâ veya Yaiş adında bir kölenin öğrettiğini ileri sürdüler. Halbuki köle, Rum olduğu için, Arapçayı doğru dürüst bilmiyordu. Kur’an’ın fesahat ve belâğatı karşısında ise, bütün Arap edipleri hayretlerini gizleyememişlerdi. Kur’an indikten sonra, Kâbe duvarında askıda bulunan, en üstün şiirlerini bile askıdan almışlar ve «Kur’an varken bu şiir askıda kalamaz» diyerek, Kur’an’ın üstünlüğünü itiraf etmişlerdi. Arapçayı doğru dürüst bilemeyen yabancı bir köle böyle üstün bir eser meydana getirebilir miydi? Elbetteki hayır. İşte bu âyet onların bu tutarsız iddialarına cevap vermektedir.
Rivayet olunduğuna göre Kureyş kâfirleri, Ammar ile babası Yâsir ve anası Sümeyye’yi, zorla dinlerinden döndürmeye kalkıştılar. Onlar bunu kabul etmeyince, Sümeyye’nin iki ayağını iki deveye bağlayıp ters istikamette çektirerek parçaladılar. Yâsir’i de şehit ettiler. İslâm’da ilk şehitler bunlardır. Ammar ise, onların işkencelerine dayanamayarak, diliyle onların istedikleri şekilde inkâr etti. Durum Resûlullah (s.a.)’a bildirilince, «Ammar başından ayağına kadar imanla doludur. İman onun etine, kanına karışmıştır!» buyurduktan sonra Ammar’a: «Seni yine zorlarlarsa, istediklerini söyle» dedi. Bu durum, zorlama karşısında sadece dille inkâr etmenin caiz olduğuna bir delildir.
Bu ülkeden maksat Mekke’dir. Zira Mekkeliler Allah Resûlü’nü yalanladılar ve nâil oldukları bunca refaha karşı nankörlük ettiler de arkasından yedi yıl korkunç kıtlığa uğradılar.
Bir kısım Araplar, kendi kendilerine bazı şeyleri helâl, bazılarını da haram sayıyorlardı. Bazı hayvanları erkeklere mahsus görüyorlar, kadınlara yasaklıyorlardı. İşte 116. âyet, onların bu durumlarına işaret ederek, Allah’ın yasakladığı şeylerden başka bir şeyin haram olmayacağını bildirmektedir.
Hakk’a dâvet açısından insanlar üç sınıfa ayrılabilir. Bu âyet-i kerime bu üç sınıfa yapılacak dâvet şeklinin bir özeti sayılmalıdır:
(1) Aklı selîm sahibi ve eşyanın hakikatini öğrenen araştırıcı âlimler. Dâvette «hikmet» ile davranma bunlar içindir. Zira hikmet, kesin olan delillerdir.
(2) Halkın çoğunluğunu teşkil eden ve henüz sağlam fıtratını koruyan orta sınıf. Güzel öğüt bunlar içindir.
(3) Mücadeleci, inatçı ve düşman kimseler. Mücadele yolunun en güzeliyle dâvet edilmesi istenenler de bunlardır. Zira unutmamak gerekir ki, Allah Hz. Musa’nın Firavun’a bile yumuşak sözle dâvette bulunmasını emretmiştir.
Resûlullah (s.a.), Uhud savaşında amcası Hz. Hamza’yı kâfirler tarafından burnu ve kulakları kesilmiş, ciğeri çıkarılmış bir şekilde görünce: «Allah’a andolsun ki, eğer Allah bana zafer verirse senin yerine yetmiş kişiyi böyle yapacağım!» diye yemin etti. Bunun üzerine 126. âyet indi. Resûlullah (s.a.) yeminine keffâret verdi ve onu uygulamadı.