Sunuş
Kur’ân’ın hayatımızdaki yeri nedir, ne olmalıdır?
Bu, bütün olarak insanlığın, birey olarak da herbirimizin en önemli sorusudur. Bu konuda sağlıklı bir değerlendirme yapmak için, Kur’ân’ın yeryüzüne inişini iyi incelememiz gerekir. Çünkü Kur’ân’ın insanlık üzerindeki benzersiz egemenliğinin sırrı, onun yeryüzüne iniş şartlarında saklıdır.
Kur’ân, kendi hayatını yaşamakta olan insanların başlarından geçen herhangi bir tarihî hadise gibi gelip geçmiş bir olay değildi. Bir toplum, bir devir, hattâ dünya, onun gelişi için özel olarak hazırlanmıştı. Bu hazırlıkların bir kısmı yüzyıllarca sürmüş, nihayet şartlar tamamlanınca Kur’ân gelmiş ve yapacağı herşeyi birer birer yapmıştır. Kur’ân, çağlara sığmayacak değişimleri bir insan ömründen de kısa bir zamanda gerçekleştirmiştir; ancak bunun bir arka planı ve önceden hazırlanmış bir altyapısı vardır.
Kur’ân’ın inişi için seçilen toplumun özellikleri arasında, dört tanesinin bu açıdan büyük önem taşıdığını görürüz:
1. Dili ve edebiyatıyla, bu toplum, yüzyıllarca devam eden bir hazırlık sürecinden geçmişti. Bu süreç içinde bir yandan Arap dili en seçkin eserlerle yoğrularak misilsiz bir zenginlik ve esnekliğe kavuşurken, bir yandan da Arapların edebiyattaki yetenekleri, becerileri, zekâ ve zevkleri yüksek bir düzeye erişmişti. Bu uzun hazırlıkların tek bir amacı vardı: Allah’ın kelâmı dünyaya indiği zaman, yeryüzünde onu kaldırabilecek bir lisan ve onun zevkine varabilecek insanlar bulunmalıydı.
2. O toplumun bir başka özelliği, hafızasıydı. Kur’ân’ın inişinden önce bu toplumun sıradan bireyleri saatlerce şiir okuyabilecek, deve üstündeki uzun çöl yolculuklarında ezberden satranç oynayabilecek hale gelmişlerdi. Gerçi Kur’ân âyetleri peyderpey indikçe yazılı sayfalarda sağlam bir şekilde tespit edilerek koruma altına alınıyordu; fakat toplumun güçlü hafızası, onun seri şekilde hayata aktarılmasında ve insandan insana yayılmasında hayatî bir rol oynayacaktı. Daha da önemlisi, Kur’ân’ın açıklayıcısı ve uygulayıcısı olan Peygamberin söz ve davranışları, bu güçlü hafızalar tarafından tespit edilerek nesilden nesle ulaştırılacaktı.
3. Zevk ve yetenek açısından oldukça üstün bir düzeye erişen toplum, kitaptan ve bilgiden o derece nasip almış değildi; hattâ hiç almamıştı demek daha doğru olur. Böyle de olması gerekiyordu. Çünkü başka kaynaklardan gelen bilgilerle, Kitap Ehlinde olduğu gibi hurafe ve efsanelerle dolu zihinler yeni bir kitabı saf haliyle benimseyemez, ona tam bir teslimiyetle yönelemezdi. Ve yeni din, çok geçmeden, neyin kitaptan, neyin eski bilgilerden olduğu ayırt edilemeyecek bir hale gelirdi. (Nitekim daha sonraki dönemlerde İslâma sızmış olan efsane ve safsataları ayıklamakta bile, kitap bütün duruluğuyla gözümüzün önünde iken, hâlâ zorlanıyoruz.) Yedinci yüzyıl Arap toplumunun zihnini onun için kader beyaz bir sayfa olarak hazırladı; sonra da onun üzerine Kur’ân’ın bütün âyetlerini tane tane yazdı.
4. Kur’ân, indiği toplumda, belâgat yönüyle olduğu kadar, irşad yönüyle de kendisini takdir edebilecek insanlar bulmalıydı. O, insanları Allah’a çağırdığı zaman kalpleri ürperecek, fazilete çağırdığı zaman birbiriyle yarışa girecek, ders verdiğinde can kulağıyla dinleyecek insanlar isterdi. Kur’ân inerken, bu insanları da kader, Peygamberin etrafında topladı. Onlar insanlık âleminin seçkin şahsiyetleriydi. Allah onların kalp ve ruhlarına bir cevher yerleştirmiş, öylece Kur’ân’a ve onu getirene muhatap etmişti. Kur’ân Peygambersiz olmadığı gibi, Peygamber de onlar olmaksızın düşünülemezdi. Âyetler, Hz. Peygamberin onlarla birlikte yaşadığı hayatın tam ortasına indi.
Bu şartlar altında hazırlanan topluma, günü ve saati erişince, Kur’ân âyetleri peş peşe inmeye başladı. Bu, yazılı bir kitaptan, sırası gelenin indirilişiydi. Sıra da belliydi. Birtakım olaylar âyetlerin inişini tetikliyor görünse de, o olayların kendisi de yazılmış olan kaderin bir parçasıydı. Âyetlerin inişi için bir vesile lâzımdı; “nüzul sebepleri,” “iniş sebepleri” dediğimiz olaylar bu işlevi yerine getiriyorlardı. Bu olaylar sayesindedir ki, Kur’ân’ın dersleri kitap sayfasındaki teorik bilgiler olarak kalmıyor, hemen hayata yansıyor, yaşanan bir hayat olup çıkıyordu. Hz. Ömer’in tarifiyle, onlar, Kur’ân’ı yaşayarak anlamaya çalışıyorlardı. Ve anlıyorlardı!
Kur’ân, tam bir zihin ve gönül saflığıyla ve bütün yetenekleriyle onu almaya hazırlanmış bir toplumun hayatını tepeden tırnağa düzenledi, onlara sıfırdan bir dünya kurdu. O, herşeyden önce, insanlara, çok büyük bir âlemin ayrılmaz bir parçası olduklarını öğretti. Bu âlemin içinde Güneş vardı, Ay vardı, denizler vardı, dağlar vardı, canlı ve cansız bütün varlıklar vardı, yıldızlar vardı, gökler vardı, dünya vardı, âhiret vardı, görünür ve görünmez herşey vardı. Herşeyin de bir var oluş amacı vardı. Herşeyi bir var eden vardı. Kâinatın ve insanın el kitabıydı Kur’ân; yahut haritasıydı. Kimi zaman Mekke sokaklarından birini tarif eder gibi âhiret âlemlerinden adresler veriyor, kimi zaman geçmişin olaylarını en ince ayrıntılarıyla tasvir ediyor, kimi zaman geleceğin en dehşet verici hadiselerini dün cereyan etmiş gibi bir kesinlikle anlatıyor, bazan zerreler âleminin derinliklerinde, bazan yıldızların ötesinde dolaşıyor, insanın şahdamarından girip göklerin ve yerin yaratılışına çıkıyordu. Kur’ân’ın bu dersinin, o insanlara nasıl bir iman gücü kazandırdığı ortadadır. Uçsuz bucaksız âlemler ve bu âlemlerin herşeyine egemen bir Tanrı—bunun yanında, dünyanın gelip geçici halleri hiç denecek kadar küçülüyor ve bir avuç insan, çağlara meydan okuyacak bir güç ve güven kazanıyordu.
Âyetler birbirinden çok farklı nedenlerle, farklı ortamlarda, farklı zamanlarda iniyordu. Kiminin iniş sebebi kocasını şikâyet eden bir kadın idi, kimininki de Müslümanların üzerine yürüyen ordular. Gece, gündüz, yaz, kış, dağ başı, savaş meydanı, ev veya mescid gibi, akla gelebilecek herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda âyetler inebiliyordu. Fakat sûreler ve âyetler arasında olağanüstü bir bütünlük vardı. Yirmi üç yıllık bir vahiy süreci içinde inmiş olsalar da, aralarında bir ayrılık veya aykırılık görülmüyordu. Mekke döneminin en çetin şartları altında inen âyetlerinde Kur’ân insanları hangi hedefe sevk ediyorsa, Medine döneminin en son günlerinde de onlara yine aynı hedefi gösteriyordu. Onun ilk âyeti inerken, son âyetinin nerede, ne zaman ve nasıl ineceği de belliydi.
Kur’ân’ın indiği yirmi üç sene boyunca, Peygamberimizin başından geçmedik şey kalmadı. En dar zamanlarında felâketler üst üste onu buldu. Eşini, evlâdını, kendisine destek olan amcasını peş peşe kaybetti. En sıkıntılı günlerinde kendisine destek olmuş can yoldaşını ona en ziyade muhtaç olduğu bir zamanda kaybeden bir insan, böyle bir felâketin üzerine neler söylemez, neler yazmazdı? Fakat onun getirdiği kitap, o gün yaşanan hadiselerden nice kesitler almış, o kesitler üzerine nice dersler bina etmiş olmasına rağmen, Peygamberin hayatındaki en önemli felâketlerden tek kelime ile söz etmiyordu. O kitaba kendisinden hiçbir şeyin karışmadığı o derece belliydi.
İnmeye başlar başlamaz, Kur’ân, ona inananların hayatını tümüyle etkisine aldı. Ona inananlar, artık birşey için yaşadıklarını biliyorlardı. Kur’ân onlara hedef gösteriyor, onlar da, Yaratıcılarının kendilerine verdiği bütün yetenekleri seferber ederek o hedefe doğru koşuyorlardı. Kur’ân, onlara, temelinden başlamak üzere bir fazilet medeniyeti inşa ettiriyor, onlara bir tarih yazdırıyordu.
O dönem, bir Kur’ân medeniyetinin doğuşuna beşiklik etti. Onu izleyen dönemler ise Kur’ân ilimlerinin doğuşuna ve gelişmesine tanık oldu. Peygamberimizden Kur’ân’ı ders alan önde gelen Sahâbîler, bu ilmi bir sonraki nesillere aktarmak için işe koyuldu. Mekke, Medine, Bağdat, Basra derken, Müslümanların ulaşabildiği her yer birer okula dönüştü. Tefsir ve Hadis ilimlerinin temelleri atıldı, yöntemleri geliştirildi. Fetihlerle genişleyen İslâm memleketinin her tarafında yeni yeni milletlere mensup insanlar arasından, önemli Kur’ân talebeleri yetişti. Böylece Kur’ân ilimleri uluslararası bir nitelik kazandı.
Kur’ân’ın, ilk andan itibaren âlemlere bir meydan okuyuşu vardı. “Kim bunun beşer sözü olduğunu iddia ediyorsa benzerini getirsin” diyordu. Kur’ân’ın en yaman düşmanları, aralarında söz ve kalem ehli kimseler de olduğu halde, bu meydan okuyuşa karşı cevap verememişler, onun yerine savaş alanlarında Kur’ân’a karşı çıkmak zorunda kalmışlardı. Kur’ân’ın bu üstünlüğü, daha sonraki dönemlerde, yeni bilim dallarının doğmasına zemin hazırladı. İnsanlar, yüzyıllar boyunca, Kur’ân’ın belâgatindeki sırları çözmeye çalıştılar. Bu süreç içinde, belâgat ilimleri adıyla bilinen bir disiplin gelişti. Bu disiplin, özellikle onun içerdiği beyan ilmi, aynı zamanda, Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlayan son derece önemli ilkeleri formülleştiriyordu. Evet, Kur’ân “mübîn” idi; yani apaçık bir kitaptı ve hakikatleri “beyan ediyordu.” Ancak bu, onun âlim-cahil herkes tarafından bir çırpıda ve aynı seviyede anlaşılabilecek basit bir kitap olduğu anlamına gelmiyordu. Onun “beyan edişi” bir ilimle idi ve bunun da yöntemleri vardı. İlim ve edebiyat dünyasının en zeki ve en yetenekli isimleri, yüzyıllar boyunca, bu yöntemleri keşfedip formülleştirmek için uğraştılar. Tefsirle ilgili diğer bilimlerin de katkılarıyla, sonunda, neyin mecaz, neyin hakikat olarak anlaşılması gerektiği, bir âyetin bir başka âyeti nasıl açıkladığı yahut sınırlandırdığı gibi pek çok konuda yol gösterici esaslar belirlendi ve bunlar, Kur’ân’ın anlaşılmasında temel ölçütler olarak yerleşti.
Kur’ân’ın bir başka mucizesi ise “ilmî i’caz” olarak adlandırılan özelliği idi. Bu mucize zaman içinde daha da belirginleşecek ve Kur’ân’ın doğruluğunu birçok bilim dalına tasdik ettirecekti. Kur’ân’ın, varlık âlemini bütün ayrıntılarıyla kuşatan ders ve tasvirleri vardı. O herşey hakkında söz söylüyor, ele almadık varlık ve konu bırakmıyordu: Güneş, Ay, Dünya, gezegenler, yıldızlar, uzay, dağlar, denizler, yanardağlar, kıt’alar, fay hatları, embriyo, zigot, örümcek, sivrisinek, karınca, arı, bal, süt, yörüngeler, gölgeler, yağmur, bulut, rüzgâr, şimşek, yeraltı suları, akarsular, deltalar, parmak izi, cinsiyet, bitkilerin erkek ve dişiliği, eşyanın çift yaratılışı, parmak izi, konuşma, insanın yaratılış aşamaları, kâinatın yaratılış aşamaları... On dört asır değil, sadece iki asır önce yazılıp da bu konulardan bir iki tanesine temas eden bir kitapta, bugünkü bilgilerimizle ters düşen pek çok şeyle karşılaşırız. Fakat Milâdî yedi yüzüncü yılda, Arap Yarımadasında, ümmî bir zatın getirdiği kitap, bunlar gibi yüzlerce konuya temas ettiği halde, ne anlattığı hakikatlerde, ne de kullandığı üslûp ve kelimelerde, yüzyıllarca sonra ulaşılacak bilgilerin hiçbirine ters düşecek birşey bulunmuyor. Hattâ, çoğu zaman, en yeni bilgilerimizin ışığında bu âyetleri bir daha gözden geçirdiğimiz zaman anlıyoruz ki, meğer Kur’ân bu konuları bize anlatırken, yüzyıllar sonrasının dilini ve kavramlarını kullanarak bizimle konuşuyormuş!
Kur’ân’ın indirilişinden bu yana geçen yüzyıllar açıkça gösteriyor ki, onun indiği toplum nasıl Kur’ân için planlanmış bir toplum ise, bu dünya da Kur’ân için planlanmış ve hazırlanmış bir dünyadır. Bir defa, varlık âlemi, herşeyiyle, Kur’ân’ın anlatımında kendisini bulmakta, onun beyanından başka hiçbir beyan ve hiçbir felsefe, bu varlıkların anlamını ve amacını açıklayamamaktadır. Diğer yandan, dünyanın ve özellikle insanlığın yaratılışındaki asıl amacı teşkil eden kulluk ve fazilet mânâları, ancak Kur’ân’ın terbiyesi altında var olmuş ve gelişmiştir. Kur’ân’ın ve Peygamberin en yaman muhalifleri bile, bu kitabın ve onu getiren Peygamberin beşeriyet için en büyük ahlâk ve fazilet nümunesi olduğu konusunda hiçbir tereddüt öne sürememektedirler. Gerçekte, Kur’ân’ın bir insan ömrünü bile bulmayacak kadar kısa bir süre içinde gerçekleştirdiği inkılâplar, tek başına onun hakkaniyet delili olarak sayılabilir. İçki, kumar, ırk ayrımı, fuhuş, cinayet, zulüm gibi, insanlığa yaraşmayan ne varsa, toplumda ne kadar kökleşmiş olursa olsun, yirmi üç senelik bir süreç içinde, üstelik düşman bir çevre içinde bunları kaldırabilmek, dünya tarihinde sadece Kur’ân’ın ve onu getiren Peygamberin başardığı bir iştir ve başkası tarafından tekrarlanması mümkün olmayan bir mucizedir. Kur’ân’ın terbiyesi altında yetişen insanların ilim, irfan, sanat, medeniyet, ahlâk ve fazilet namına ortaya koyduğu davranışlar ve eserler, insanlık tarihini gerçekten bir “insanlık” tarihi yapan ve dünyayı yaşanmaya değer hale getiren unsurlar olmuştur. Kur’ân’sız bir dünya düşünmek, bu eserlerin hep birden insanlık tarihinden çekilip gittiğini farz etmek demek olur ki, o zaman geride kaba kuvvetin hüküm sürdüğü; kılıçtan, servetten ve şehvetten başka pek az şeyin değer taşıdığı bir dünya kalırdı.
Kur’ân’ın insanlık âlemi üzerindeki etkisini incelerken, bir noktayı dikkatten uzak tutmamak gerekir: Bu etki, iki taraflı bir uyum ve hazırlığın sonucudur. Bu tarafların birinde Kur’ân, diğerinde ise onu benimseyen insanlar vardı. Kur’ân’ı gönderen, onu, yaratmış olduğu kâinatın ve insanlığın mahiyetiyle bir uyum içinde ve yaşanan bir hayata yerleşecek şekilde göndermişti. Bunun yanı sıra, onu karşılayan insanlar da Kur’ân’ın meziyetlerini takdir edecek yapıda idiler ve saf bir zihinle ve gönülden ona yönelerek Kur’ân’ı benimsemişlerdi. Belâgatli bir sözün belirgin özelliği anlatılırken, “Sıradan insanlar onun mânâsını anlar, yüksek seviyedekiler de meziyetlerini takdir eder” denir. Onlar, işittikleri sözü anlamaktan da ötede, onun meziyetlerini fark edebiliyor, işittikleri anda o kelâma vuruluyorlardı. Ünlü Arap dilcisi el-Asmaî, çok güzel şiir okuyan bir kız çocuğunu takdir ettiği zaman, kızın cevap olarak “Bu da birşey mi?” deyip Kur’ân’dan bir âyet (Kasas Sûresi, 7) okuduğunu ve “Bu âyette iki emir, iki yasak, iki haber, iki müjde var; Allah’tan başka kim bunları iki satırda toplayabilir?” dediğini anlatır. Daha çocukluk çağlarında kelâmın meziyetlerini ayırt etmeyi refleks haline getirmiş bir toplum, Kur’ân’a karşı ilgisiz kalamazdı. Nitekim inanmayanlar bile onun tiryakisi olmuşlardı. Birbirlerinden habersiz şekilde Kur’ân’ı dinlemeye gidiyorlar, yeri geldiğinde secdeye kapanıyorlar, secde etmeyi gururuna yediremeyen de yerden toprak alıp alnına sürüyor, Müslüman olmasalar da âyetin belâgatine secde ettiklerini söylemekten kendilerini alamıyorlardı. Eğer Kur’ân sözün değerini bilmeyen bir topluma inmiş olsaydı, herhalde bu tesirini gösteremezdi. Yağmur hayat getirir; ama yağdığı toprak, toprak olursa!
Kur’ân’ın müştakları hiçbir zaman eksik olmadı. İnsanlık, onu indiği andan itibaren pek çok dillerle okumaya başladı. Dünya gür sesli bir hafıza döndü; gece gündüz demeden, bir an ara vermeden Kur’ân’ı okudu, durdu. Şu anda, siz bu satırlar üzerindeyken, dünyada belki bir milyon insan, belki de daha fazlası, Kur’ân okuyor olacak. Onun yalnız Fatiha Sûresini herbirimiz bir ömür boyunca yüz binlerce defa okuyoruz; bazılarımız daha da ileri gidiyor ve milyon sınırını aşıyor. Onu okurken, nefes alır gibi, su içer gibi okuyoruz; usanmıyoruz. Mucize arayanlar için başka birşeye ihtiyaç var mıdır?
Kur’ân’ın mucizeleri saymakla tükenmez. Onun mânâsı bir yana, lâfzı bile insanın yaratılışıyla o kadar uyum içindedir ki, hastalara, hattâ ölüm döşeğindekilere okunduğu zaman, en küçük bir sesten bile rahatsızlık duyacak kadar hassaslaşmış olan o insanlar, Kur’ân sesinden ancak huzur ve sükûn kokusu alırlar. Hasta olsun, sağlıklı olsun, anlamını bilsin veya bilmesin, herkes onu dinlediği zaman anlar ki, o bir beşer sözü değildir.
Bilginler, sıradan insanlarla birlikte ondan nasibini alır.
Hükümdarlar, kölelerle birlikte onun önünde diz çöker, dersini dinler.
Ne evliya, ne ulema, ona muhtaç olmakta kendilerini en cahil veya günahkâr kimselerden farklı bir konumda görmez.
İlim arayan ondan alır. Adalet isteyen ona yönelir. Mutluluk arayan onda bulur. Ahlâkını güzelleştirmek isteyen, dersini ondan alır. Bu dünyada ne aradığını öğrenmek isteyen, cevabını onda bulur. Kim olursa olsun, saf bir zihinle ona yönelen, Âlemlerin Rabbiyle baş başa bir sohbet halinde olduğunu bilir. Esasen, kendisine okumak, anlamak, konuşmak, yazmak bunun için öğretilmiş, “beyan” nimeti bunun için verilmiştir.
Bu durum bizi, hayatımızda Kur’ân’a, onu anlamak ve yaşamak için girişilecek düzenli çalışmalara gereken yeri açmak yükümlülüğüyle karşı karşıya getiriyor. Eğer biz bu dünya üzerinde tesadüfen bulunmuyorsak, buraya gelişimizin ve buradan gidişimizin bir nedeni ve amacı varsa, hayatımızın en önemli yerinde bulunması gereken şey, hiç kuşkusuz, Kur’ân olmalıdır. Çünkü bu hayatı bir daha tekrarlama ve geçmiş olan zamanı yeniden yaşama şansımız yoktur.
Zaten Kur’ân da, iniş şeklinde olduğu kadar, tertibinde de yaşanan bir hayatı hedef almıştır. Onda konuları, bir ders kitabında olduğu gibi bölümlere ayrılmış ve birbirinden soyutlanmış halde bulmayız. Onun hemen hemen bütün bahislerinde, tıpkı hayatın kendisinde olduğu gibi, pek çok şey bir aradadır. Onun herhangi bir sayfasını açan kimse, hangi ihtiyaçla ona başvurmuş olursa olsun, kendisine yarayan birşeyleri orada bulur, eli boş dönmez. Şu kadar var ki, dünya nasıl Kur’ân’ın inişi için hazırlandıysa, bizim de önce kendi özel dünyalarımızı onun inişine hazır hale getirmemiz gerekir. Eğer zamanımızın revaçta olan deyimiyle “Kur’ân’ı anlamayı” amaçlar ve bununla yetinirsek, “sıradan insanların” seviyesini kendimize hedef olarak almış oluruz. Gerçi bu da büyük bir kazançtır; ama bundan daha ötesine talip olmak ve Kur’ân’ın zevkine varabilmek, insan olarak yaratılışımızın anlamına daha uygun değil midir?
Kur’ân, açıklayan kitap olduğu kadar, açıklanan bir kitaptır da. Onun en önemli açıklayıcısı ise, kendisidir. Onu bir bütün olarak kavramak ve ruhuna varabilmek de onu sürekli olarak okumaya ihtiyaç gösterir. Böylelikle, insan, bir yerde özet olarak geçmiş bir konunun açıklamasını bir başka yerde bulur, yahut bir yerde zihnine gelen sorunun cevabıyla başka bir sayfada karşılaşır. Veya hiç ummadığı bir yerde, beklenmedik bir zamanda, âyetler arasında yeni bağlantılar ve anlam derinlikleri keşfetmeye başlar. Gerçi bu konuda herkesin istifadesi, ihtiyacına ve göstereceği çabaya göre değişecektir. Bununla birlikte, yerine göre, bazı âyetler arasında karşılıklı atıfların yapılmasının okuyucu için yararlı olacağı da aşikârdır. Onun için, elinizdeki mealde bu ihtiyaç dikkate alınmış ve yanlış veya eksik anlamaları önleyecek yahut konunun daha da iyi anlaşılmasına yardımcı olacak yerlerde, ilgili âyetlerde atıfta bulunulmuştur.
Kur’ân’ın kendisinden sonraki en önemli açıklayıcısı Hz. Peygamberdir. Zaten onun hayatı ve sözleri, Kur’ân’ın açıklamasından başka birşey değildir. Ancak bu, yaşanan hayat tarzında bir açıklamadır; doğrudan doğruya belirli âyetlere atıfta bulunan ve onun anlamını açıklığa kavuşturan hadislerin sayısı ise fazla değildir. Bu hadisler arasından, güvenilir rivayetleri de ilgili âyetlerin dipnotlarında, kaynaklarıyla birlikte nakletmiş bulunuyoruz. Elinizdeki mealde, kaynağı gösterilmemiş hiçbir hadis bulunmamaktadır.
Kıssalar, Kur’ân içinde hacim yönünden olduğu kadar, önem itibarıyla da büyük bir yer tutar. Hattâ, Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını söyleyen âlimlerimiz de vardır ki, bu görüşte büyük bir isabet bulunduğu düşüncesindeyiz. Ancak bu ruh, kıssaların Kur’ân’da yer almayan ayrıntılarında değil, Kur’ân’da ve sahih rivayetlerde yer alan özünde aranmalıdır. Ne yazık ki, zaman içinde Kitap Ehlinden Müslüman olanların (veya olmayan yahut olamayanların) İslâma soktuğu, “İsrailiyat” adı verilen hikâyeler, Kur’ân’ın kıssalarını özünden de, amacından da saptırmış; akıl almaz ayrıntılarla dolu birtakım merak çekici efsanelere dönüştürmüştür. Bu tür ayrıntılara karşı, Hulefâ-i Râşidîn döneminden itibaren Sahabenin önde gelenleri ve onları izleyen bilginler her ne kadar şiddetli ve sürekli uyarılarda bulunmuş olsalar da, maalesef halkın bunlara olan rağbeti bir türlü önlenememiş ve bu durum, Kur’ân’ın irşadı önünde ciddî bir engel teşkil edegelmiştir. Elinizdeki mealde, kıssalarla ilgili olarak, Kur’ân’ın kendisinde veya Peygamberimizden gelen sahih bir rivayette bulunmayan hiçbir ayrıntıya yer verilmemiş, zaman zaman da bu duruma dikkat çekilerek, okuyucu zihnini Kur’ân’ın dersinden başka taraflara dağıtmaması için uyarılmıştır.
Bu mealde pek az yer verdiğimiz unsurlardan birisi de nüzul sebepleridir. Bunun da iki nedeni vardır: Bir defa, bugün çeşitli kitaplarda bazı âyetlerin nüzul sebebi olarak yazılan vak’alardan pek azı sahih rivayetlere dayanmaktadır. İkincisi olarak da, nüzul sebepleri, yukarıda da değindiğimiz gibi, âyetlerin inişinde birer vesile işlevini gören vak’alardır. Bunlar, Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın deyimiyle, gökten inenin yerde karşılanma merasiminden ibarettir; yoksa, o âyetlerin var oluş nedeni değildir. Ahkâm çıkaracak olan uzmanların bu konuda sağlıklı bilgiye ihtiyacının bulunduğu ne kadar doğru ise, Kur’ân’a öğüt almak için yönelen ve bu konuda uzman olmayan kimselerin de, mümkün olduğunca nüzul sebeplerinden uzak durmaları o kadar yerinde olur diye düşünüyoruz. Çünkü Kur’ân ebedîdir; nüzul sebepleri ise, geçmişte cereyan etmiş olaylardır. Âyetleri bu olaylarla birlikte okuyan kişiler, hele bu ilk okuyuşları ise, ister istemez, âyetin anlamını bundan asırlarca önce yaşanmış bir hayat ile birlikte düşünecek; bu durumun sık sık tekrarlanması halinde ise, kendisini âyetin muhatabı olarak görmekte ve onun anlamını kendi hayatına geçirmekte pek çok güçlükle karşılaşacaktır.
Diğer yandan, meal ve tefsirlerde genellikle ihmal edilmiş bulunan bir konuya da bu mealde ağırlık vermiş bulunuyoruz. Bunlar bilimle ilgili açıklamalardır ve Kur’ân, bu konuda son derece zengin bir mucize kaynağı olarak önümüzde durmaktadır. Ne var ki, Müslüman toplumların bilime karşı son asırlardaki soğuk tavırları burada da kendisini göstermekte ve “Kur’ân bir fizik kitabı değildir” şeklindeki mazeretler, yahut “Bilimsel buluşların yanlışlığı ortaya çıkabilir” gibi gerekçeler, Kur’ân’ın kâinattan bahseden âyetleri üzerinde ciddiyetle durulmasını önlemektedir. Kur’ân’ın bir fizik kitabı olmadığı doğrudur; ama aynı zamanda Kur’ân bir tarih, sosyoloji veya felsefe kitabı da değildir. Lâkin tefsirler, bu alanlarda alabildiğine geniş açıklamalarla doludur; üstelik zaman, bu açıklamalardan bir kısmını geçersiz hale getirmiştir ve getirmeye de devam etmektedir. Şurası da bir gerçektir ki, ne zaman Kur’ân âyetleri hakkında bir beşer yorum yapacak olsa, bilgisinin de, yorumunun da zaman içinde hatâlı çıkma ihtimali vardır ve bu ihtimal, sosyal bilimlerde, doğa bilimlerinden hiç de geride değildir. Yalnız, bu açıklama ve yorumlara girişirken, belirli birkaç noktayı göz ardı etmemek gerekir: Yapılan yorumlar sağlıklı bilgiye dayanmalı ve zorlama tevillere kaçılmamalı; bu yorumların âyet gibi kapsamlı ve ebedî olmadığı bilinmeli; âyetin asıl anlam ve amacından uzaklaşılmamalıdır. Biz de, bu noktalara azamî dikkat göstermek suretiyle, kâinattan bahseden âyetlerin açıklamalarında, modern bilimlerin verilerine yer vermiş bulunuyoruz. Okuyucu, birçok âyetin açıklamasında, bu verilerin olağanüstü bir şekilde Kur’ân’ın haberlerini doğruladığını görecek ve Kur’ân’ın tükenmek bilmeyen mucizelerinden birine veya birkaçına daha tanık olacaktır. Kur’ân’ın yüzlerce âyetinde dikkatlerimizi kâinata çevirdiğini ve bizi, doğayı incelemeye çağırdığını unutmamalıyız. Ne yazık ki bu unutulmuş ve, çağdaş âlimlerimizden Muhammed Gazalî’nin tespitiyle, Kur’ân ve kâinat beraberce hayatımızdan çıkmış bulunuyor. Hilâlin gözlenmesi konusunda iki tane adamın tanıklığıyla bilimsel hesapların reddedilmesi, bu anlayışın bir sonucundan başka birşey değildir. Bugün hiç şüphe götürmeyecek bir gerçek varsa, o da, içinde yaşadığımız dünyayı tanımaya muhtaç olduğumuzdur; bunun en kestirme ve en doğru yolu da Kur’ân’dan başlamak, onu Kur’ân’ın anlattığı gibi tanımaya çalışmaktır.
Elinizdeki mealin Türkçe bir meal olduğunu da elimizden geldiğince unutmamaya çalıştık; aslından sapmadan, anlaşılır ve akıcı bir dil kullanmak için özen gösterdik. Tercümenin, özellikle Kur’ân tercümesinin, aslın yerini tutamayacağı bir gerçektir; fakat bu, aksayan bir Türkçenin mazereti olmamalıdır. Bununla birlikte, günümüzün gazete-radyo-televizyon dilinin kelime dağarcığı içinde kalarak bir Kur’ân meali hazırlamanın imkânsızlığı da orta yerdedir. Bu da bizi, ne kadar sade bir dil kullanmaya çalışırsak çalışalım, ister istemez bazı “eski” sözcükleri kullanmaya mecbur etmiş bulunuyor. Sayısı fazla olmamakla birlikte, bu kelimeler bazı okuyucuları bir iki defa da olsa sözlüğe başvurmak zorunda bırakabilir; ancak bu okuyucular da emeklerinin kesinlikle karşılıksız kalmayacağını ve bilgi ve düşünce dünyalarına yeni birşeyler katmış olduklarını göreceklerdir.
Kur’ân’ın bazı kavramları, özellikle Allah’ın isim ve sıfatları, tercümede en fazla sorun teşkil eden ifadelerdir. Çünkü bunlar oldukça kapsamlı kavramlardır; çoğu zaman, kullanıldığı yere göre, bu geniş anlamlarından bir veya ikisi orada ön plana çıkar. Bu durumlarda, kelimenin akla gelebilecek bütün anlamlarını birden peş peşe sıralayarak cümleyi içinden çıkılmaz hale getirmek yerine, kullanılan yere göre ön plana çıkan anlamı vermeyi tercih ettik. Bunun sonucu olarak, aynı kelimeye veya kelime gruplarını, farklı yerlerde, nispeten farklı ifadelerle anlamlandırdığımız oldu. Böylesinin daha uygun ve mütevazı bir davranış olduğu düşüncesindeyiz; çünkü belirli bir kalıbı o kelimenin geçtiği her yerde, hiçbir istisna tanımaksızın aynen tekrarlamak, “Bu kavramın kesin anlamı bundan ibarettir” şeklinde bir anlayışı da yansıtabilirdi.
Sizi elinizdeki meal ile baş başa bırakmadan önce, teşvik, tenkit ve tavsiyeleriyle bu çalışmaya büyük emeği geçen Muhterem Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir’e teşekkürlerimi sunmak isterim. Okuyucularımıza ise son bir hatırlatma:
Kur’ân, Sahabenin yaptığı gibi, yaşanarak anlaşılacak bir kitaptır. Bunun sonucu, sadece Kur’ân’ı anlamak değil, hayatı da anlamak şeklinde ortaya çıkacaktır. Zaten hayatı doğru bir şekilde anlamak için Kur’ân’dan daha önce başvurulabilecek hiçbir kaynak yoktur. Herşeyden önce biz, dünyamızı Kur’ân’a göre şekillendirmek ve içinde yaşadığımız kâinata Kur’ân’ın baktığı yerden bakarak işe başlamak zorundayız. Bunu başarırsak gerisi pek kolay olur. Bunun için ise, Kur’ân’ı sürekli okumak, hergün okumak, tekrar tekrar okumak gerekecektir—tıpkı hergün yiyip içtiğimiz gibi.
Her nimet bir fiyat ister. Âlemlerin Rabbine muhatap olmanın bilincine varmak ve bu bilinci ayakta tutabilmek, Onun hitabına gereken değeri vermeye bağlıdır.
Ümit Şimşek
Eylül 2004
Designed by ÖFK En iyi 1024 x 768 pikselde görüntülenir. |