Rivayete göre, Nadr b. Hâris gibi bir takım müşrikler, Resûlullah’ın peygamberliğini in-kâr etmişler ve «Yâ Allah, eğer Muhammed’in peygamberliği doğru ise, hemen gökten üzerimize taş yağdır veya bize acıklı bir azap getir!» demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Demek ki, Allah Teâlâ dilerse kullarını işledikleri günahlar yüzünden hemen cezalandırmaz; belki tevbe eder, pişman olur ve hakka dönerler diye cezalarını erteler. Tevbe etmeyenlere de kendileri için takdir edilen belli bir süreye kadar mühlet verir, bu süre sonunda onların cezasını ya dünyada iken verir veya ahirete bırakır.
Allah Teâlâ bu âyette, insanın belâ ve musibetler karşısındaki ve bunların kaldırılmasından sonraki tutum ve davranışlarını göz önüne sermektedir. İyi insana yaraşan, gerek sıkıntılı hallerde, gerekse refah anlarında daima Allah’ı anmak ve ona dua etmektir. Sadece musibet anında Allah’ı anıp refah anında unutmak, inancı ve iradesi zayıf olan, nefsanî ve âdi isteklerin karşısında ezilen ve yenilen âcizlerin tutumudur.
Zamanımızda olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’in indiği devirde de kendi kafalarına göre din isteyenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Halbuki Kur’an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil, kıyamete kadar bütün insanlığın ruhî, ahlâkî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saadetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dahil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın hükümlerini değiştirme yetkisi yoktur.
Kâfirler azap cinsinden bir mucize istemektedirler. Nitekim Enfâl sûresi’nin 32. âyetinde de: «Yâ Allah, eğer bu Kur’an senin katından gelmiş bir hak ise, başımıza gökten taş yağdır!» şeklinde dua ettikleri bildirilmektedir. Halbuki azap Allah katındadır. O dilerse anında indirip âsi kavimleri helâk eder, dilerse tehir eder.
Bu âyet Mekkeliler hakkında nâzil olmuştur. Rivayet edildiğine göre Allah Teâlâ yedi yıl Mekke’ye yağmur yağdırmadı. Kuraklık yüzünden kıtlık ve hastalık baş gösterdi, birçok insan ve hayvan telef oldu. Nihayet Allah Teâlâ bol yağmur yağdırdı, memleket yeniden bolluk ve berekete kavuştu. Fakat kâfirler bu rahmeti Allah’tan değil yıldızlardan ve putlardan bildiler ve Allah’ın âyetlerini yalanlamaya devam ettiler.
«Selâm Yurdu»ndan maksat Cennet’tir. Selâm, esenlik ve huzur olarak da yorumlanmıştır. Çünkü cennette bulunanlar her türlü hoşnutsuzluktan uzak, esenlik ve selâmet içredirler. Cennete «Selâm Yurdu» denmesinin sebebi, orada bulunanlarla melekler arasında selâmlaşmanın yaygın olmasıdır.
Âyette zikredilen «ihsan» Yüce Allah’a lâyık ve rızasına muvafık güzel iş yapmak ve işleri lâyık oldukları şekilde güzel yapmak demektir. Peygamberimiz ihsanı şöyle tarif etmiştir: «İhsan, Allah Teâlâya, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Çünkü sen onu görmesen de o seni görmektedir.» İşte böyle güzel iş, vazife, ibadet ve iyilikler yapanlara, yaptıklarından daha güzel olan cennetler ve Allah’ın lütfu olarak fazla nimetler de verilecektir.
İyi işlerin sevabı bire on, bire yedi yüz ve daha fazla olarak verilir ki bu, Allah’ın lütfunun neticesidir; kötü işlerin cezası ise yalnız bire karşı birdir. Bu da Allah’ın adaletinin neticesidir.
İnsanın diğer uzuvlarının gerçek mâlik ve hakimi de Allah Teâlâ olmakla beraber, âyette özellikle gözler ve kulaklar zikredilmiştir. Çünkü bunlar insanın en önemli bilgi ve idrak vasıtalarıdır; Allah’ın yarattığı ve âyette işaret buyurduğu rızıklardan yararlanmanın en önemli vasıtalarıdır. İşte bu değerli bilgi ve rızık vasıtalarını yaratan, yöneten, onların ne yolda kullanıldığını bilen üstün kudret, Allah’dan başka kim olabilir?
Bu âyette zanna tâbi olan müşrikler kınandığı gibi müslümanları da ilme teşvik vardır. Kadı Beydâvî’ye göre bu âyet, ilmi kaynağından tahsil etmenin vacip olduğuna, taklit ve zan ile yetinmenin câiz olmadığına delildir.
Kur’an-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle ifade buyurulduğu gibi Hz. peygamber’in vazifesi tebliğden ibarettir; O, sadece müjdeleyici ve uyarıcıdır. İnsanların inanmasını temin etmek onun elinde değildir, çünkü hidayet Allah’tandır. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber kendi amelinden ve tebliğ vazifesinden sorumludur. Uyarılmalarına ve hakka çağırılmalarına rağmen iman etmeyenlerin sorumluluğu ise sadece kendilerine ait olup Peygamber bundan sorumlu değildir.
Allah insanlara, gerçeği bulmaları ve inanmaları için fıtrî kabiliyetler vermiş ve peygamberler de göndermiştir. Şu halde Allah onların sezme, anlama ve kavrama melekelerini ellerinden çekip aldığı için değil, onlar iradelerini kötüye kullandıkları için hak yoldan çıkmışlar, peygamberi kabul etmemişler ve cezaya müstehak olmuşlar, dolayısıyla kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
Allah’ın, iman etmek için bir fırsat olarak verdiği emniyet ve rahatlık içinde şımaran inkârcılar bu emniyet ve rahatlığın ebedî olduğunu zannedercesine azgınlıklarına devam eder ve dinin azap tehditleriyle alay ederek «Eğer böyle bir azap varsa hemen gelse ya!» gibi sözlerle böyle bir azabın aslı olmadığını iddia ederler. Fakat, bu âyette açıkça bildiriyor ki, iman, bir hürriyet ve serbestlik içinde gerçekleşirse kıymet taşır. Azap ile karşı karşıya kaldıktan sonra inanmanın bir kıymeti yoktur.
Übey b. Ka’b’ın nakline göre Allah Resûlü bu âyeti okudu ve onda geçen «Allah’ın lütuf ve rahmeti»ni, Kur’an-ı Kerim ve İslâm olarak açıkladı. Diğer bir tefsire göre lütuf İslâm, rahmet ise müslümanlara vâdedilen nimetlerdir.
Bu âyet-i kerimede Allah Teâlâ’nın ilminden hiçbir şeyin gizli kalmayacağı, dolayısıyla insanların bütün yaptıklarını bildiği ifade edilmekte, itaatkâr kullar sevindirilmekte, âsiler ise tehdit edilmektedir.
Bu âyet, bir 62. âyette geçen «Allah dostları»nın (evliyâullahın), Allah’ın kendilerine böylesine mukaddes bir unvan vermesini sağlayan özelliklerini iki kelimede özetlemiştir: İman ve takvâ. Çünkü iman, bütün bâtıl ve yanlış inançlardan sıyrılarak gerçeğe, hakka ulaşmış olmanın, takvâ ise her türlü sapık ve kötü yollardan, başıboş ve hayvanî yaşama tarzından arınarak, kalbi Allah’a teslim etmenin, hayatı O’nun kanunlarına göre düzenlemenin ve böylece bir ahlâk disiplinine girmenin ifadesidir. İşte Allah dostları, iman ile ma’rifetullaha ve takvâ ile de üstün ahlâka ulaşmış olduklarından, 62. âyette de buyurulduğu gibi, her türlü korkudan, kederden ve yeisten kurtulmuşlardır. Çünkü onlar, en üstün kudret olan Allah’ın dostluğunu ve himayesini kazanmışlardır.
Tefsirlerde belirtildiğine göre, âyette zikredilen dünya hayatındaki müjde, Allah dostlarına Allah’ın Kur’an’daki müjdeleri ve peygamberlerinin verdiği müjdeler ile onlara gösterdiği sâdık rüyalar ve ölüm anındaki meleklerin müjdeleridir. Âhiretteki müjdeleri ise, meleklerin onlara gelerek, mutlulukları hakkında verecekleri müjdeleridir.
Hz. Nuh, Allah Teâlâ’nın himayesinde olduğunu bildiği için düşmanlarına önem vermediğini, onların güç ve kuvvetine aldırış etmediğini göstermek ve onların aczini ortaya çıkarmak için kendilerine böyle bir teklifte bulundu ve onlara meydan okudu.
Âyetin ifade ettiğine göre sihirbazlık yani büyücülük, sadece bir aldatma, yaldızlama ve fesatçılıktan ibarettir. Çünkü Hz. Musa gibi büyük bir Peygamber onun bâtıl olduğunu ve onu yapanların fesatçılar olduklarını açıkça ifade etmektedir.
Firavun daha önce Mısır’da tanrılığını ilân etmiş ve: «Ey cemaat, ben sizin için kendimden başka tanrı bilmiyorum. Ben sizin en yüce rabbinizim!» demişti. Onu tanrı olarak kabul etmeyenlere şiddetli işkenceler uyguluyordu. Özellikle İsrailoğullarını ağır işkenceye tâbi tutuyor, ayrıca erkek çocuklarını da kestiriyordu. Hz. Musa ve kardeşinin Mısır’dan ayrılma istekleri Allah tarafından kabul olundu ve Filistin’e gitmek üzere Kızıl Deniz’in kenarına geldiler; onları imha etmek için Firavun ordusuyla arkalarından yetişti. Hz. Musa, Allah’tan aldığı bir vahiy ile asasını denize vurdu, denizden yollar açıldı ve kavmini Tîh çölüne çıkarttı. Aynı yoldan peşlerini takip etmek isteyen Firavun denizin ortasına geldiğinde, yollar kaybolup boğulacağını anlayınca, Allah’a iman etti. Fakat ümitsizliğe dayanan imanı kabul olunmadı.
Yunus Peygamber’in kavmi onu inkâr edince, kızarak aralarından ayrıldı. Kavmi onun haber verdiği azabın geleceğini hissetti, hemen yaptıklarına pişman oldu ve azabın gelmemesi için Allah’a yalvardı. Cenâb-ı Allah da onlardan azabı kaldırdı.